Ben sağlıkta
özelleştirilmiş, taşeronlaştırılmış ASM'de (Aile Sağlık Merkezi) çalışan
örgütlü işçilerden bir tanesiyim. Bağlı olduğum taşeron, benim tabirimle
"kan emiciler'' hakkımı gasp etmeye çalışırken verdiğim mücadeleyi bir
proleter devrimci olarak anlatmak istiyorum.
Maaşım
geciktiği için kan emici taşeron firmasını aradım ve “neden size ödeme yapıldığı
halde yatırmadınız maaşımı?” diye sorduğumda bugün yatırıyoruz diye diye 4
günün sonunda yatırdılar. Ama bankadan maaşımı çekerken eksik olduğunu fark
ettim, ayrıca her ay düzenli olarak yatırılan yemek ücretinin de yatırılmadığını
gördüm. Biraz sinirle şirketi aradım, telefonda tartışmanın bir yere varmayacağımı
anlayınca çareyi bir yoldaşımla beraber şirkete gitmekte buldum.
Şirkete
vardığımızda muhasebe bölümünde çalışan işçi arkadaşla uzun uzun hesap yaptık.
Onun hesabına göre her şey doğruydu, atladığı birkaç şey dışında. Hesap
yaparken ben de atladığı yerleri kafamda not düşüyordum, biraz da sabırsız bir
şekilde hesap yapma sırasının bana geleceği ânı bekliyordum. Nihayet sıra bana
gelmişti, içimde haklılığımın verdiği öz güvenle anlatmaya başladım ve birkaç
itirazdan sonra yaptığım hesabın doğru olduğunu kabullenmişti, ben de asgari
ücretle çalışan bir işçi olarak 200 TL + yemek parasının hakkım olduğunu ve ne
pahasına olursa olsun bunu alacağımı göstermiştim ona.
İlk
önce özür dileyerek hemen şimdi yatıracağını, ama ilk önce patronla (kodaman)
görüşmesi gerektiğini söyleyip üst kata çıktı. Ben ve yoldaşım aşağıda bekleme
salonunda beklerken yüksek ses tonuyla aşağıya inen muhasebeci, yavuz hırsız
gibi, “hesapta bir yanlışlık yok, hatta senin bize borcun var” diyerek baskın
çıkmaya çalıştı o tahrik edici ses tonuyla. Beni sinirlendirmeyi başarmışlardı.
Kendimi toparlamak için birkaç saniye düşündüm. Mücadele veren bir proleter
olarak yapmam gereken kendimi toparlayıp haklı olduğumu ve emeğimin karşılığını
söke söke alacağımı akılcı bir mantıkla dillendirmekti. İtiraz ettim, az önce
hesapta bir yanlışlık olduğunu, hemen bu hatanın düzeleceğinden bahsediyordu da
patronla görüştükten sonra neden bu şekilde haksızlık ettiğini sordum. Çözümün
beni patrona götürmekte buldu, kendisinin de bir işçi olduğunu unutarak.
İçeri
girer girmez patron, “sen artist misin, elini kolunu öyle öfkeyle sallıyordun,
sizi kameradan izliyordum” dedi. Ben de “sözlerine dikkat et, karşında çocuk
yok, insanların kendini ifade edebilmek için dil kadar benden diline de ihtiyacı
vardır” dedim. Böyle bir gerekçeyle konuyu açmasının iyiye işaret olmadığını
anlamıştım ve beni bu şekilde psikolojik baskı altına alarak kafamı başka yöne
sürüklemeye çalışıyordu. Karşılığı direk alınca afallamıştı.
Birden
ses tonunu yükselterek konuşmaya başladı. “Biz seninle yapamayacağız, zaten
kıdem tazminatın da yok, bu işi bitirelim” deyince, “Bir dur orda bakayım” diyerek
ses tonumu yükselttim Baskıcı bir ses tonuyla çıkışmaya başladım. “Bu sana
üzücü bir haber olacak ama 1 senemi devirdim, kıdem tazminatına hak kazandım,
keyfi bir şekilde işten atamazsın, üstelik hakkımı gasp etmeye çalışırken
bunları yapmanız bir suçtur” dedim. İçeride ne hakkım varsa bir bir sıraladım.
Sınıf
bilinçli bir işçiyle karşı karşıya olduğunu fark edince, “ben şeker hastasıyım
bana bu şekilde bağırma, ben senin işvereninim” diyerek kendini avutmaya
çalıştı. “Sizlerin bu laf salatasına karnımız tok, işçileri nasıl sömürürüm
diye düşüne düşüne şeker hastalığına yakalanmışsınızdır” dedim içimden.
Dayanacak
gücü kalmamıştı artık. Beni odadan çıkarmaya çalıştı, o da bir patron olarak
sınıf bilinçli olduğundan, “istemiyorsan çalışma, dışarıda iş arayan çok insan
var” dedi. Ben de, “işten çıkmıyorum ve hakkım olanı alacağım, eğer siz beni
çıkartıyorsanız kıdem tazminatımı da söke söke alacağım sizden” diyerek çıktım.
Arkamdan
geldi aşağıda tekrar bunun tartışmasını yaşadık. Ben “sizinle yaptığım sözleşmenin
nüshasını istiyorum” diye diretmeye başladım. Dosyaları karıştırırken kendileri
de fark etti ki, haklıydım, ama yine de kabullenmediler. Israrla sözleşmeyi
almayı direttim ve yalanlarının ortaya çıkacağını anlayınca, “şirketin özel
dosyalarını isteyemezsin, bunları sana verme gibi bir zorunluluğumuz yok” dedi.
Öfkelendim. “Sizin özel dediğiniz evrakların içinde ismin geçiyorsa ve sizler
buna özel evrak diyorsanız benim şahsi bilgilerimi hangi emellere alet
ediyorsunuz?” diye çıkıştım. Sonra patron biraz saçmaladı. Yasal işlemlerle
alacağımı söyleyerek ayağa kalktım.
O anda
sanki her şey kamera şakasıymış gibi gülümsemeye başladılar, Bir an kameraya el
salla demelerini bekliyordum 180 derece döndü diye buna denir. “Tamam tamam,
paranı yarın yatıracağız. Sen üzülme” diyerek aşağı indik beraber.
Kapının
önüne indiğimizde son atışmalarımızda da kendisinin bir kan emici burjuva olduğunu
bir kez daha gösterdi. “İhtiyacın varsa eğer vereyim sana 200 lira, bu
diyalogların hiç gereği yok. Ben 200 lirayı bir gecede yiyorum, n’olcak canım”
deyince tepem attı. “Sen kimin parasını yiyorsun, o para benim hakkım. Kimin
parasını kime veriyorsun? Benim kazandığım senin gasp ettiğin para o, söke söke
alacağım senden emeğimin karşılığını” diyip ayrıldım oradan ve şu an yasal
işlemlere başlıyorum.
Şimdi
soruyorum herkese ve özellikle de mücadeleci işçilere! “Aman ne olmuş, 200 lira
sizin olsun, başımın gözümün sadakası olsun” mu demeliydim? Böyle yapsaydım, 1
Mayıs günü İşçi Bayramı`nı alanlara inip kutlamak için patronundan izin hakkını
alamayan ya da almayan, yasal bir hak olduğu halde gelmeyen ve ertesi gün 1 Mayısların
önemini anlatan devrimcilerden ne farkım kalırdı ki? Başkalarına, hakkınızı
aramalısınız sizler üretensiniz, yaratansınız diyip kendi hakkını aramayan
devrimciye devrimci mi dersiniz? Kendi hakkını aramayan, kendine hayrı olmayanın sınıfımıza ne hayrı olabilir? Ben onlara oportünist diyorum. Unutmayın bu
pastayı üreten bizsek ve pastadan sadece kırıntılar düşüyorsa bizlere, buradaki
haksızlığa başkaldırmalı, serhıldan demeliyiz. O pastayı üreten de yiyen de biz
olmalıyız.
Bütün
Ülkelerin İşçileri, Birleşin!
DİRENEN
İŞÇİLER YENİLMEZLER!