Bütün gece televizyon izlemek, tweet
okumak ve Okmeydanı’ndaki bir çapulcuyla mesajlaşmakla geçiyor. Arkadaşım, polis
müdahalesi var dedikten sonra mesaj atmayı kesince aklıma pek iyi şeyler
gelmiyor haliyle. Neyse çok şükür bir şey olmamış. Maç ve ders dışında pek bir
uğraşını görmediğim, iki hafta sonra LYS’ye girecek olan arkadaşım gece 4’te
polisten kaçıyor. Tam bir çapulcu!
Cevabını bildiğim bir soru
kafamda dönüp duruyor. “Taksim’e gidecek miyim gitmeyecek miyim?” Az önce mesaj
gelmeyince korkmama sebep olan polis bile orda olmam için yeterli. Tabii ki
gidiyorum. Evden çıkarken anneme önlerde olmayacağımı söylüyorum. Onunsa dediği,
“Kör olan varmış.” Anne sonuçta. Bu durumda kapıyı çarpmak adettendir. Akşam
gönlünü alırım, tabii eve dönebilirsem. Gece okuduğum tweet’lerden sonra aklıma
geliyor bu ihtimal. Ama “...onurumuzdur, hesabını soracağız” sloganları
gülümsememe yetiyor.
Dün Taksim’e gelmek istediğini
söyleyip bugünse hık mık eden arkadaşlarım yanımda olsaydı daha umutlu olurdum.
O zaman anlıyorum “bir kişi”nin değerini. Olsun ben de tanımadığım çapulcu
kardeşlerim için alandayım. Önlerdeyiz, ta ki ilk müdahaleye kadar. Gazdan
korunayım derken yanlışlıkla çok fazla geri çekiliyorum, ama amaç geri çekilmek
değil, direnmek. Müdahale olduğunda bunu bir unutmasam...
Yine bir müdahalede biber gazı
kapsülünden kafaları korumak için çantaları siper edince o hengamede ablamla
birbirimizi kaybediyoruz. Artık tek başımayım, susuzluktan ölüyorum, ama “Su ve
portakal gazı felç eder” söylentisi dolaşıyor ortalıkta. Bir-iki yudum
içebiliyorum. Sonra da “Alkene su katarsan alkol, alkine su katarsan keton
oluşur. Allah’ım ben kötü bir şey yapmıyorum. Sınavda bana yardım et” diyorum. Çünkü
bir yandan aklıma evinde ders çalışan % 50 geliyor! Nedense ablamı kaybedince
bir cesaret geliyor, ortada tek başıma ilerliyorum, kim ne slogan atarsa eşlik
ediyorum.
Sokakta görsem yolumu
değiştireceğim çapulcu gençler kamyonete çıkmama yardım ediyor, hepsine aşırı
sevgi besliyorum. Kamyonetin arkasından bakınca müthiş bir kalabalık... Farklı
düşünceler, farklı yaşam tarzları, farklı kılık kıyafet, ama hep birlikteyken o
kadar güzeliz ki normalde yolda insan elemekten soramadığım saatlerin hıncını
almak istiyorum, herkese tek tek saat sorasım geliyor. Elden ele gezen gaz
maskeleri, limon, sirke, su. Biri “Sokak aralarına kaçanları uyaralım, oralarda
sıkıştırıyorlar” diyor. “Sıkıştırmak nedir ya? Bizden niye nefret ediyorlar?”
diyorum.
Gökyüzüne yakışmayan tehditvari
helikopter bir an geliyor tam kafanın üstünde, sanki önümüzdeki gaz bombaları
yetmezmiş gibi, sanki biz düşmanmışız gibi. Ama kimse korkmuyor, herkes yuhalıyor
ve en önemlisi herkes mutlu. Sadece önündeki iki-üç çapulcuyu görebiliyorsun. Oradan
sonrası yok, polisin tam olarak ne kadar önünde olduğunu bilmiyorsun, nereye
yürüdüğünü bilmiyorsun, ama korkmadan ilerliyorsun, çünkü dört bir yanındaki çapulculara
güveniyorsun. Gerçekten de omuz omuza. Sonra ablamı buluyorum ve Taksim açılmış
söylentisi dolaşıyor. 1 Mayıs vukuatından sonra inanması güç. Kesin bir tuzak
ya da çapulcuları cesaretlendirmek için söyleniyor. O yüzden ablamla müdahale
olursa nerede buluşacağımızı konuşuyoruz. İlerledikçe ilerliyoruz. Ha şimdi
müdahale olacak derken, oha Taksim kazanılmış!
Gezi Parkı’na giriyoruz. Esas
mesele ağaç değil diyoruz ya kesilen ağaçlar yerde yatarken halk sayesinde hâlâ
dimdik duran ağaçları görünce yine anlıyorum. Ben ağaçları katleden bir
iktidarı sevemem ki. Bu kararı tek bir kişinin verdiği bir sistemi hiç sevemem.
Öyleyse bir yerlerde sorun var demektir. Merak ediyorum acaba başbakan parası
yetmediği için neden mahrum kaldı da daha çok para istiyor? Sadece ağaçları
değil, halkı gözden çıkartıyor.
Derken iki çapulcu arkadaş
hangimizin böreği daha güzel diye uzatınca aç olmasam da geri çeviremiyorum. Sanki
başka bir yerdeyiz, hiç eylem gibi değil! Paramparça edilen polis aracını
görüyorum. Kamu mallarına zarar verilmesin, evet, ama birçok sorunun cevabı
olduğu gibi: “Bir kere biber gazı yersen anlarsın.” Sonrası şenlik havası. Havai
fişekler. “Gaz bombası mı, havai fişek mi?” diye soranlar... Türküler ve
halaylar. Orada tanıştığım biri sınava hazırlandığımı öğrenince bana kitapçı
olduğunu, istediğim kadar kitap alabileceğimi söylüyor. Örnek bir çapulcu.
Dinlenmek için bir binaya giriyoruz. Dışardan “Polis
müdahalesi gelecek” sesleri yükseliyor. Bize bu kadar rahatlık fazla tabii. Kıskanıyor
musun polis kardeş, gel sen de türkülerimize eşlik et, halayımıza katıl. Sonrasındaki
konuşmayı hayatım boyunca unutamam. Sanki birazdan dünyayı kurtarmaya gideceğiz
ve bu yolda ölümü bile göze alabiliriz. Pide yerken insan bunu konuşabilir mi?
Oradan birinin “N’apsak ki ya eve mi dönsek” dediğini düşünemiyorum. Bu da
çapulcu yüreği...
Saçma saçma düşüncelere dalıyorum. Polisle bir odada
yalnızım. Ona diyeceğim şey hazır. “Ben senin kızın olabilirdim.” Ben polis
olsam bana vuramazdım ya ne bileyim nasıl yapabilir? Bu kadar paranoyaklaşmamı
sağlayan direnişin başından beri atılan tweetler, resimler, videolar, tabii bir
de 1 Mayıs. Kim bilir bu insanlar daha neler görüp yaşamıştır. Benim dolan
gözlerimi hem kimse görmesin hem de herkes görsün beni teskin etsin istiyorum. Son
istek biraz bencilce olunca gözlerimi silmeye çalışıyorum.
Telefonum sabahtan beri kapalı. Evdekiler deliye
dönmüştür. Saat kaç? Hiçbiri umrumda değil. Zaten annemler sayesinde orada
kalamayacağım, ama benim sorunum “Kalmak mı istemiyorum?” “Annemler kalmama iyi
ki izin vermiyor” diye düşünüyor muyum düşünmüyor muyum? Bunu kendimi itiraf
edemesem de bir günde psikolojimi bozdu iktidarın kini ve kibri ya da sistem
her neyse. İnsanlar yaralanıyor, sakat kalıyor, ölüyor. Bütün duygularım normal
değil mi? Sonra bir yoldaşa, “Ben eve gidiyorum” diyorum. Ağladığımı görüyor ve
“Sen iyi bir insansın evden bize destek verirsin” demesiyle hepsinin ne kadar
harika insanlar olduklarını yine anlıyorum.
Ablamın nerede olduğu da belli değil. Doğru düzgün
biber gazı yemeden alana girmiş olmasının vicdan azabıyla direnişin sürdüğü
Beşiktaş’a gitmiştir. Param da yok ama oradan biri para veriyor hemen. Metrobüse
kadar gördüğüm çapulcular iyi ki gelmişim dedirtiyor. Saat 10’a yaklaşıyor. Acaba
koştura koştura içki almaya giden var mıdır diye düşünüyorum. Belki hayatım
boyunca gece içki alamamamın eksikliğini hissetmeyeceğim ama kim bana bunu
yasaklayabilir ki? Ya da gece 10’dan sonra biber gazı neden yasak değil?
Metrobüsten inince bambaşka bir hayat canımı çok sıkıyor. Dünyadan habersiz
gülüp eğlenen iki sevgili görüyorum. İki boş insan. “Allah rızası için” diyor
yerde oturan bir dede. Aldırmadan epeyce yürüyorum sonra geri dönüp
cebimdekileri ona veriyorum. Onunla oturup hikayesini dinlemek geliyor içimden
ama henüz o kadar değil. Belki bu hep yaptığınız şey ya da yapılması gereken
ama ben ilk defa yapıyorum. Böyle bir ortamdan geldikten sonra artık
etrafımdakileri görmeden edemiyorum. Gecenin karanlığında hiç de güvenli
olmayan yollardan eve yürüyorum. Bu yollar bile bugünün en güvenli yolları,
yine de aklım Taksim’de kaldığı için oldukça hüzünlüyüm. Bu saatte ablamsız eve
geldiğim için evde yüzleşeceğim annem ve babamıysa düşünmek bile istemiyorum.
Bir Taksim Direnişçisinden