18 Şubat 2015 Çarşamba

Her Yer Cinsiyetçi, Hepimiz Özgecan’ız!

15 Şubat 2015. Günlerden Pazar. Soğuk bir günde metrobüsten inmiş evime doğru, biraz da üşüyerek yürüyordum. Metrobüsle evim arası dümdüz sokaklardan oluşan bir yoldan ibaret. Beylikdüzü’nün hemen hemen en sessiz yerleri olan bu sokaklarda yürürken, ilk kez içimde bir korku hissettim. Geçtiğim sokaklardan birinde, tanımadığım bir erkekle birlikte yürüyor olmaktı beni bu derece korkutan. Aniden hızlanan adımlarım, nefes nefese kalmalarım ve evime yaklaştıkça azalan korkum, o güne kadar evime giden o sessiz sakin yolda yaşadığım bir ilkti benim için.

Tanımadığım bir erkekle aynı sokakta yürürken “İleride birileri var mı acaba?” diye debelenişlerimi, hızlanmalarımı ve korkarak hafifçe kafamı arkama çevirip tekrar hızlanmalarımı fark etmişti belki o da arkamda yürürken. Belki bir anlam verememişti, belki haklı bulup beni korkutmamak için yavaşlamayı seçmişti, ya da belki de haklıydı korkularım. Ama asıl soru şu; neden aylardır hiç korkmadan, kulağımda kulaklığımla salına salına yürüdüğüm o yolda, o akşam o kadar çok korkmuştum? Korktuğum şey karanlık mıydı, sokak ışıkları mıydı, yoksa can güvenliğimin tehlikede olduğu düşüncesi mi? Neden bir erkek, aniden kalp atışlarımı korku ile hızlandırıp adımlarımı hızlandırmış, hatta “Babamı mı arasam, beni gelip alır belki?” diyebilecek kadar paniğe kapılmama neden olmuştu? Arkamda yürüyen bir erkek değil de bir kadın olsa aynı şeyleri hisseder miydim o akşam?

Şimdi de bir gün öncesine gidelim. 14 Şubat 2015. Mutlu uyanmış, hazırlanmış bir şekilde işe gitmek için yola koyulmuştum ve metrobüsteydim. Sabah saatlerinin o kalabalık metrobüse binme savaşını başarılı bir şekilde atlatmış durumdaydım ve oturuyordum. Haber okumak için takip ettiğim sitelerden birine girmem ile birlikte, tüylerimi ürperten, içimi acıtan, kanımı donduran o haberle karşılaşmam bir oldu.

Üniversite öğrencisi genç bir kadın. Mersin’de okuyor. Çağ Üniversitesi birinci sınıf öğrencisi. Bir gün arkadaşıyla buluşmuş. Bir AVM’de birlikte güzel bir gün geçirmişler ve minibüse binmiş. Arkadaşı ile durakta ayrılmışlar. Sonra o, minibüsteki tek yolcu olarak yolcuğuna devam etmeye başlamış. Buraya kadar her şey ne kadar normal değil mi? Ne kadar gündelik? Ne kadar sıradan bir gün akışı, rutin yaşayan bir insan için… Peki sonrası?

Olayın devamını 2 çocuk babası minibüs şoförü katil Suphi Altındöken anlatıyor; “Tecavüz etmeye çalıştım, direndi, ben de bıçakladım. Kaç kere sapladığımı hatırlamıyorum. Ölmediğini görünce levye ile kafasına defalarca vurdum. Sonra cesedi kaybetmek için benzin döküp yaktım. Cesedi gömecek vaktimiz yoktu.”

20 yaşında bir genç kadın. Minibüs şoförüne neden başka bir yola saptığını soruyor. Şoför saldırıyor, bıçaklıyor, kaç kere sapladığını hatırlayamayacağı kadar çok ve canavarca saplıyor. Ölmediğini görünce defalarca levleyle vuruyor. Levyesiyle, bıçağıyla saldıran bir katil, savunmasız bir kadının tırnaklarından korkuyor, bileklerini kesip saklıyor, yaptığı canavarlığı gizleyebilmek için. Ama bir şeyi unutuyor. Faydasız kalsa da kendini korumaya çalışmıştı Özgecan. Korkuyla kendini savunmuştu. Kollarını da kesse katilinin yüzünde hala duruyordu Özgecan’ın savunmaları, çırpınışları yani tırnak izleri.

Bu insani ifadeler ile anlatılması mümkün olmayan olayı okuduktan sonraki ilk akşamda, eve yaklaşırken bir minibüs geçti yanımdan. Her sabah tıklım tıklım dolu, akşamları ise neredeyse bomboş olan bir minibüstür bu bahsettiğim minibüs. Ama o akşam doluydu. İlk kez, yanımdan geçen minibüse binmiş olmak istemedim. İlk kez “Ben beklesem gelmez, bende zaten şans olsa…” demek yerine, arkasından bakıp düşüncelere daldım. Aklımdan geçen düşünceler biriktikçe öfkelendim, hüzünlendim.

Bir kadın gördüm minibüsün içinde. Camdan dışarı bakıyordu kadın. İşten dönüyordu belki de. Yorgun görünüyordu. Belki de o da Özgecan gibi arkadaşının yanından ayrılmış, evine gidiyordu. Neyse ki yalnız değildi dedim. Neyse ki doluydu minibüs. Bir toplu taşıma aracının içine bakıp, bir kadın için “Neyse ki yalnız değildi.” diyebilmekti belki de kendimi bir kez daha güvensiz hissetmeme neden olan.

Şiddetin ne olduğunu çok küçük yaşlardan beri çok iyi bilen, bizzat yaşayan bir kadın olarak düşündüm o akşam. Düşündükçe acıdı içim. Daha kaç kadın yalnız kalacaktı? Daha kaç kadın yalnız olmaktan korkacaktı? Kaç kadın kaçacaktı? Kaç kadın direnecekti ama yenilecekti? Kaçı yenildiği için canından olacaktı? Kaç kadın gerekiyordu artık bir şeyler yapmak için? Kaç kadının daha ölmesi gerekiyordu, televizyon kanallarına çıkan, sanatçı lafını yerlerde süründüren insanların “Neden o saatte minibüsteymiş?” şeklindeki insanlıktan, adaletten nasibini almamış kişilerin zulmü, vicdansızlığı görebilmesi için?

Hangi saat aralığında minibüse binilmeli ki tecavüz edilip bileklerimizin kesilmeyeceğinin, sonrasında cesedimizin yakılmayacağının bir garantisi olsun? Neden sorgulanıyor 21 yaşındaki bir kadının hayatı? Minibüse bindiği saat? Bu nasıl bir sorgulama ki yaşadığı vahşet değil, Özgecan sorgulanıyor! Sadece Özgecan mı? 7 yıl öncesinden can alıcı bir örnek vermek istiyorum. Hatırlayın; 8 Mart 2008’de Milano’dan başlayıp Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin güzergahından, Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı Tavşanlı Köyü yakınlarında Ballıkayalar mevkiinde tecavüze uğramış ve boğularak öldürülmüş olan “Barış Gelini Pippa Bacca” için “Gelinlikle orda burda ne işi var pardon da?“ denmedi mi? Otostop çektiği için tecavüzü hak edip etmediği sorgulanmadı mı? Beş ülkeyi özgür bir şekilde gezmiş bir insan, en sonunda Türkiye’de acımasızca katledilmedi mi? Bu “normal(!)” karşılanmadı mı? Bu ve daha birçok örnek ve bu örneklere yağan tepkiler, kadın cinayetlerinin aslında ne kadar da politik olduğunun bir ispatı aslında.

Kadınların üstündeki cinsiyetçi baskı gittikçe artıyor ve daha üst seviyelere taşınıyor. Ülkenin resmî kanalına çıkan bir ilahiyatçı çekinmeden "Hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir" diyebiliyor ve hâttâ bir kısım bakanların da desteğini topluyor. Kadının kahkahasına karışılıyor, dekoltesine edepsizlik, yürüyüşüne “tahrik oluyoruz” deniliyor hatta kadın “Pembe Otobüs” saçmalığı altında, gittikçe yalnızlaştırılıp “koruma” adı altında özgür hayatından koparılıyor. Ve bu yapılacağı söylenenler, büyük ölçüde yandaş medya katkısıyla, normalleştirilip gerekliliği kabul ettirilmeye çalışılıyor.

Ne otobüsün rengi ne de bu gibi başka bir şey çözüm değil, olamaz da. Biz devrimcilere burada düşen görev, cinsiyetçilikten uzak durarak, çözümün asla kadını özgür hayatından koparmak olmadığını anlatmak ve kadını kısıtlanmakla korumak arasındaki ince çizgi için farkındalık yaratmaktır.

“Ben zaten kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum” diyen bir cumhurbaşkanı, “Kadınlar iş aradığı için, işsizlik yüksek” diyen bir maliye bakanı ve “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” diyebilen bir İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ile aynı ülke (hatta aynı gezegen) sınırları içinde yaşıyor olmamız sakın ola bizleri umutsuzluğa düşürmesin!

Şimdi daha da ayağa kalkmalıyız! Özgecan için, Barış Gelini için, “Bir tane kız mıdır kadın mıdır bilmem” denilen Dilşat Aktaş için, Münevver Karabulut ve diğerleri için daha da dik durmalıyız! Onların susturulan seslerine ses olma vakti!

Bu bir erkek düşmanlığı değil; aksine, cinsiyetçiliğin doğurduğu kadın düşmanlığına karşı bir haykırıştır! Kadının erkek egemen toplumdaki ezilmişliğine, baskılara yenilişine, katledilişine seslenen bir yakarıştır. Bu sadece kadınlara değil; tüm insanlığa yapılan bir çağrıdır. Hep beraber haykırma vaktidir!


KADIN ERKEK ELELE, MİLİTAN MÜCADELEYE!

İstanbul Üniversitesi'nden İMD'li Bir Öğrenci

Ben Bir Kadın Olarak...


Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz

Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
……

(James Oppenheimer, Ekmek ve Güller, 1911)


Merhaba ben bir kadın yoldaşınız. “Kız değil, kadın!” cümlesini ilk deştiğimde yıllardır yaptığımız bu ayrıma şaşırıp, kadın kelimesini sahiplenmek istemiştim. Ama bize dayattıkları düşünce o kadar ayrımcı ki kendi kimliğime seslenişim zaman aldı. “Kadın arkadaşımız”, “Ben kadın olarak…”, “Kadınlar yurdu”. Bu kelimeyi kullanışlarımda karşımdaki çoğu kez afallamıştır. Öyle ki bazen ben bile söyleyemedim. “Pardon kadınlar lavabosu nerede?” demek için içimden bir saniye “Bayanlar mı diyeyim, kadınlar mı?” diye geçirirdim. Kadının cinsel obje olarak algılanması bir yana Hopa’da yaşanan olayları protesto ederken panzerin üzerine çıkan Dilşat Aktaş’a yapılan işkenceyi savunmak için bir utanmaz kalkıp da diyorsa “Bir kız mıdır kadın mıdır bilmem”, ben artık çekinmem “Ben kadınım.” demekten. Ya da kadınları hediye paketi gibi kırmızı kuşakla damada teslim eden iğrenç bir geleneğe karşı: “Merhaba ben bir kadın yoldaşınız.”

Bir gece, çalıştığım işyerinden çıkarken paramın çalınmış olduğunu fark etmiştim. Gece 11 suları… Eve yürüyorum. Yaklaşık 40 metre uzunluğunda gözün gözü görmediği bir köprü var önümde serilen. Yola başlamak ile başlamamak arasında kararsızım. Köprüsüz yoldan gidersem yol çok daha uzun, yelkovan alıp başını gider, akrep de aşağı kalmaz. Köprüyü geçmek zorundayım. Birbirini kovalayan arabaların kopardığı çığlık ile yaşama dair hiçbir belirtinin olmadığı sessizlik birbirine karışıyor köprüde, ilerliyor adımlarım koşarcasına.

Kendi adımlarım dışında bir çift ayak sesi daha duyuyorum. Bana yakın mı uzak mı? Acaba erkek ayakları mı? Hayatımın en korkunç erkek sesini işitiyorum!  “Şşşt saat kaç?” Sessizlik. “Cevap versene saat kaç dedim! O an en önemli şey saatin kaç olduğuymuş!

Super Mario, uçurum ya da ateşli yollardan geçerken atarinin kollarına nasıl sık ve şiddetli basardık. Ayak seslerinin yaklaşmasıyla birlikte köprü öyle bir yol oluyor; ben de Super Mario. Bitti mi prensesi kurtaracağım. Ama köprü bitmiyor. Koşmaya başlıyorum. O da koşuyor mu acaba düşüncesi beni daha da hızlandırıyor, köprü bitiyor. “Teşekkürler Mario! Ama bizim prensesimiz başka bir kulede” diyor önümde uzanan sayısız ara sokak. Kısa molalarla 45 dakika koşuyorum o gece. Olayı çevreme anlatırken bu şekilde değil de “Gece 11’de köprüde yürürken başıma … geldi.” diye anlatsaydım verilen tepki boyutunu tamamen değiştirirdi. Tek başıma o saatte orda ne işim vardı?

Toplumun, kadınların sokakta olmasına icazet verdiği saatlerde de yaşadıklarımı anlatabilirim. Bana bir toplu taşıma aracı verin size farklı ve ortak özellikleriyle kadın olmanın zorluklarından bahsedeyim. Minibüste onca boş yer varken yanıma oturan; rahatsız olduğum için varacağım yerden erken indiğimde peşimden inip tanışmak istediğini söyleyen; hastaneye kan aldırmak için girdiğimde camdan bakınca hala beni beklediğini gördüğüm; dışarı çıkıp kan tuttuğu için bayıldığımda etrafım kalabalık olduğundan (şanslıyım ki) yanıma gelemeyen aşağılık kişiden ve daha nicelerinden bahsedebilirim.

Etek giydiğimde minibüse biner binmez ilk olarak “Başka etek giyen var mı yalnız kalmayayım.” diye etrafı kontrol etmemden, iğrenç bakışların da eteği kontrol etmesinden bahsedebilirim. Ben istediğimi rahatça giyebilmek için zengin olup elit bir yerde yaşamayı mı bekleyeceğim? Şişman ve yaşlı biri olduğumda alın o etek sizin olsun!

Bazen kol çantasına elimi uzatırken “Sırt çantası alayım da rahat rahat gidip geleyim” dediğim metrobüs yolculuklarından bahsedebilirim. Otobüsün yoğunluğundan faydalanmak isteyen alçaklar olduğu için otobüsten inip dakikalarca diğer otobüsü beklerken sınava geç kaldığım günden de… Tüm bunların yanında “Mühendislik erkek işi değil mi?” diyenlere “Erkek işiyse sen kazansaydın!”  diye içimden sitemlerimi de anlatmak isterim.

Bunlar bende iz bırakan birkaç olay belki. Ama alıştığımız için normalleşen sorunlar hayatımızın merkezinde. Her gün insanlıkdışı şartlarda toplu taşıma araçları kullanıyoruz. Her gün eve geç(!) dönememe sorunu yaşıyoruz. Zamanımızı verimli kullanamıyoruz. Dışarıda geçireceğimiz birkaç saatte "geç oldu mu, az kaldı, babam aradı, ha gidiyorum, ha gideceğim" diye geçirdiğimiz zamanın da tadına varamadan eve dönüyoruz. Her gün sokakta adımlarımızın sıklaştığı yerlerden geçiyoruz. Her gün her gün kadın şiddetiyle ilgili bir habere, ardından örümcek beyinlerin düşüncelerine katlanıyoruz.

Ben ne anlatırsam anlatayım Özgecan’ın yaşadıklarını ne anlatabilirim ne anlayabilirim. Anlayacağım tek şey Özgecan'ın minibüste tek kaldığında hissettikleri olabilir. Yaşadıklarım, Özgecan'ın minibüsün yoldan saptığındaki korkusunun yanında bile devede kulak kalır. Hele sonrasında gelen acı ve dehşet... Anlayamam ama her geçen gün anlama ihtimalim artıyor.

Özgecan tek değildi ama son olması için elimizden geleni yapmalıyız. Medet umduğumuz hükümet bir şey yapacak olsaydı 2002'de N.Ç.'nin tecavüzcülerine yapardı. Medet umduğumuz devletler bir şey yapacak olsaydı kadın hakları tüm dünyada yıllardır kan dökülerek kazanılmazdı. Medet umduğumuz devlet, tecavüzcü ise kimden medet umuyoruz!

Marksizm bize çözümün önerilenlerden daha derinlerde olduğunu öğretti. Tüm kadınları Özgecan ve gün yüzünde olan ama ilk defa bu kadar şiddetle gözlerine sokabildiğimiz sorunlarımız için esas kimliğimiz işçi sınıfı merkezli mücadeleye çağırıyorum!

Yazımı New York’ta 128 kadın işçinin bir fabrikada yanarak can vermesinin ardından yazılan şiirden bir kısım ile bitirmek istiyorum:

Yürüyoruz yürüyoruz, erkekler için de yürüyoruz
Çünkü hâlâ bizim oğullarımızdır onlar
Ve biz hâlâ analık ederiz onlara
En zorlu iş, en ağır ekmek
Ve çalışmak doğuştan mezara dek
Ve böyle sürüp gitsin istemiyoruz
Yaşamak için ekmek
Ruhumuz için gül istiyoruz!

İstanbul Üniversitesinden İMD'li bir öğrenci