24 Temmuz 2015 Cuma

Diren Çağla, Yoldaşların Seninle!

20 Temmuz Pazartesi günü Suruç’taki Amara Kültür Merkezi'nde düzenlenen bombalı saldırıda 32 güzel insanı kaybettik. Ölenlerin yanında 100’ü aşkın yaralı vardı. Yaralılar, ölenlerin acısının yanında umuda tutunmamızı sağladı. Onların gelişen sağlık durumları tüm duyarlı insanlar tarafından an ve an takip edilir oldu. “Ölüyoruz, sürekli biz ölüyoruz.” derken hastaneden gelen güzel haberler içimize ışık oldu. Saldırıda çekilen fotoğraflar ve videolar insanın dayanabileceği türden değildi. Tanıdık birini görme korkusu ile bakılan bu resimlerde ağır yaralı olan umudun doktoru Çağla, burjuva medyanın asılsız “öldü” haberlerine karşı mücadeleye devam etti. Urfa'da ilk tedavisi yapılan, pek çok ağır ameliyatı atlatan Gezi’nin genç doktoru Çağla yoldaş, dün solunum makinesinden çıkarıldı, akşam saatlerinde ise tedavisinin devamı için bir ambulans uçakla İstanbul'a sevk edildi.

Çağla yoldaşımızla daha bundan birkaç gün önce Geleneksel İMD Kampı’nda birlikte gülüp eğlenmiştik. Yoldaşımız; mesleğini dil, din, ırk tanımadan icra etmek, sınırları aşmak, Kobanê’ye götürmek istedi. Kampta çocukların ablası olmuştu. Çocuklarla o kadar çok vakit geçiriyordu ki, minikler ortalıkta “Çağla abla bize makyaj yapsana” diye dolaşıyorlardı. Suruç‘ta kaybettiğimiz yoldaşlarımızın tek amacı çocuklara oyuncak götürmek, Kobanê’yi yeniden inşa edip, dünyayı güzelleştirmekti. Bugün Çağla Seven ve katliamdan sağ çıkan diğer yoldaşlar umutsuzluk içinde kaybolmamamız için direngenliğiyle bize ışık oluyorlar.


Çağla Urfa’dan,  mezun olduğu Çapa Tıp Fakültesi’ne getirildiğinde oradaydık. Hastane önü çok kalabalıktı. Ambulanstan indirilirken acı içinde olduğu belliydi, ancak kalabalığı görünce, alkışları duyunca güçlükle elini kaldırıp bizleri zafer işaretiyle selamladı. 12 ünite kanı akıtıldıktan sonra uyandığında yaptığı zafer işareti mücadelemize güneş oluyor. Annesinin metanetli duruşu, Çağla’nın yanına gelen sevenlerine güç veriyor.

Çağla yoldaş hastaneden taburcu olana kadar gece gündüz nöbet tutmaya devam edeceğiz.


Bu katliamı, yapanları, yaptıranları asla unutmayacağız! Kaybettiğimiz o güzel insanları asla unutmayacağız! Bu olay iki gün üzülüp unuttuğumuz bir şey olmayacak asla. Şimdi tüm devrimcilere düşen görev daha sıkı daha büyük bir güçle mücadeleye sarılmak olmalıdır. Şimdi tüm ezilenlere düşen görev asla pes etmeden yılmadan bizi öldüren AKP’ye ve bu sisteme karşı örgütlü bir mücadele ağı örmek olmalıdır. Her umutsuzluğa kapıldığımızda, her yorulduğumuzda, kişisel hayatımızın dertlerine kendimizi her kaptırdığımızda 32 canımızın fotoğraflarına bir daha bakalım; içimiz yansa da, gözlerimiz yaşarsa da bakalım ve ayağa kalkalım! 

Bu düzeni yıkana dek, artık oyuncak götürenlerin, ekmek almaya gidenlerin ölmeyeceği; yaşayanların insanca bir hayat süreceği bir düzen kurana dek “iyi değiliz, iyi olmayacağız, iyi olmayın lütfen!”

                                                                                          
                                                                                      İstanbul'dan İMD'li yoldaşları



13 Temmuz 2015 Pazartesi

Kas Hastalıkları Derneği’nin Ranta Karşı Mücadelesi Sürüyor

Kas Hastalıkları Derneği’nin Yeşilköy’deki yeri 1992’de büyükşehir belediye başkanı SHP’li Nurettin Sözen tarafından kendilerine verilmişti. Bu derneğin parçası olan insanlar kendi katkılarıyla ve çeşitli yardımlarla bu binayı kurup güzelleştirdiler. 

Kas Hastalıkları Derneği(Kas-Der) kamuya yararlı sivil toplum kuruluşudur. Kaslarında erimeler olan engelli insanların fizik tedavi rehabilitasyonu uygulanan ve engellilerin psikolojik olarak birbirlerine adapte, dayanışma içinde  olduğu bir yerdir. 

Her şey yolunda giderken bu ülkenin yönetimine gelen AKP ve İstanbul büyükşehir belediye başkanı AKP’li Kadir topbaş, dernek yerine göz koydu, 2009’da binayı yıkmak için dernek yönetimine tebligat gönderdiler. Dernek yerini rant olarak gören belediyenin bu tutumuna karşı, 2009’da büyük bir kitleyle oraya gittik, toplandık. Yeşilköy boyunca yürüyüş yaptık, dernek binasını yıkıma karşı korumak için direndik. Bu durumu gören belediye geri adım attı. Bu tür yıkımlar için bir kaç defa daha denemek istedilerse de, tepkiler karşısında geri çekildiler.


Fakat belediye bu sefer kararını kesin yerine getireceğini, polis ve zabıta gücüyle önlem alarak gösterdi. Bunu gören engelli dostlar bir gün önceden binada sabaha kadar nöbet tutular. Sabaha kadar polis ekipleri arkadaşları rahatsız ettiler, “provokasyona gelmeyin, ne gibi kararlar aldınız, buna gücünüz yetecek mi?” vb. sözlerle nöbetteki arkadaşları taciz ettiler. Biz de 7 Temmuz 2015 tarihinde sabah 9-10 gibi dernek önünde toplandık, tekerlekli sandalyedeki engelliler kendilerini dernek binasının önüne zincirle bağladılar. Bütün basın oradaydı. Saat 12’ye doğru büyükşehir belediyesi geri adım attı. Şifahen söz verdiler, yıkmayacağız dediler. Fakat dernek yöneticileri yazılı belge istediler, onlarsa vermediler. Yıkım şimdilik durduruldu. Ama direniş devam edecek.

KAS'ımızın son damlasına kadar direneceğiz!

                                                                          İstanbul'dan Kas-Der'li ve İMD'li engelli bir işçi

AKP-MHP: Savaş Hükümeti

AKP’nin uzunca bir süredir yürüttüğü diktatörlük politikası, Gezi’den sonra gitgide sarsılmaya başlamış ve buna bağlı olarak da mevcut iktidarının elinden gidebileceğini gören AKP, şiddeti daha da körüklemiş, onlarca insanın ölmesine, yüzlerce insanın da yaralanmasına neden olmuştur. Kendi tabanında bile zaman içerisinde oluşan çatlaklar nedeniyle AKP, yerleştirmeye çalıştığı zihniyetini yavaş da olsa yitirmeye başlamıştır. Bunun en önemli kanıtı, kendi adamlarının Erdoğan’ın yaptığı yanlışları artık açık bir şekilde dile getirmeleri olmuştur. Öyle ki daha sonra keskin laflarla dile getirdiklerinden bugün ya vazgeçmişler ya da söylemlerini yumuşatmışlardır.

AKP’nin son birkaç yıldır yaratmış olduğu kutuplaşma, 7 Haziran seçimlerine kadar son hızla devam etti. Hattâ bununla yetinmeyen Erdoğan, cumhurbaşkanı olduğunu unutup, başbakanlık görevini de üstelenerek meydanlara indi ve oy toplamaya çalıştı. Böylece Davutoğlu’nun aslında sadece bir kukla olduğu ve hiçbir söylemde yetkin olmadığı da açıkça görüldü.  Kendini ülkenin her şeyi ilan etmiş bir diktatörden de zaten başka türlüsü beklenemezdi. Oy toplama girişimlerinde diğer partilere yaptığı saldırılar ve katliamların işe yarayacağını uman Erdoğan, seçim sonunda istediğini elde edemedi, AKP tek başına iktidar olamadı. 7 Haziran sonrasında halkın iradesiyle hezimete uğrayan AKP, tutunduğu şiddet tavrının ters teptiğini öyle de böyle de görmüş oldu. Bu nedenle de sözde ılımlı bir havaya büründü ve ortaya çıkan sonucu, “Herkes milletin takdirine saygı göstermek zorundadır. Seçim sonuçları milletimizin tek bir partinin iktidara gelmesine imkân sağlamayan bir siyasi tablo takdir ettiğini gösteriyor. Bu tabloyu siyasi partilerin hepsinin de doğru şekilde okumasını temenni ediyorum.” şeklinde değerlendirmek zorunda kaldı. Halkın istediği anda kendisini alaşağı edebileceğini ve "%50’yi zor tutuyorum" dediği tabanın aslında olmadığı tokat gibi hem kendi yüzüne hem de yandaşlarına çarpmış oldu. Bunu hem kendi partisi içerisinde yer alan kitleden hem de yandaş medya yazarlarının söylemlerinden görebiliyoruz.

Seçimlerden sonra konuşulan koalisyon tartışmaları gün geçmiyor ki alevlenmesin. AKP-MHP, AKP-CHP koalisyon söylentilerinin havada uçuştuğu bir dönemde, MHP ile olan yakınlığı, acaba MHP ile mi koalisyon kuracak düşüncesini yaratmış olsa da ortada şimdilerde CHP ile koalisyon tartışmaları dönüyor. AKP ile MHP koalisyonunun bir savaş koalisyonu olacağını defalarca dile getirmiştik. Gerek çözüm sürecine olan yaklaşımlarından gerek de Kürt halkına olan düşmanca tavırlarından dolayı MHP gibi bir partinin içerisinde yer alan Türkiye’nin 80’lerden bile daha kanlı bir hale gelebileceğini ön görmemek mümkün değil. Seçimlerden önce AKP ile kesinlikle koalisyon yapmayacaklarını belirten Bahçeli, (1) seçimden sonra tipik bir burjuva partisi gibi davranıp, “aman koltuk canım koltuk” edasıyla AKP ile koalisyon kuracaklarının sinyalini fazlasıyla verdi. Hatta vermekle yetinmedi, seçim öncesi yolsuzluk soruşturmalarının ve Erdoğan’ın Çankaya köşküne dönmesinin kırmızı çizgileri olduğunu söyleyen MHP, bugün Erdoğan'ın Çankaya'ya dönmesinin ve dört eski bakanın Yüce Divan'a gönderilmesinin olmazsa olmazları olmadığını söyledi. (2)

En sonu daha dün Bahçeli, “MHP, Türkiye'nin istikrarsızlık yaşamaması için fedakârlık gösterecektir ”dedi.

Vatan, millet adına yıllarca Türkiye’de hem solcuları hem de Kürt, Ermeni, Alevi ve daha birçok insanı katleden bir zihniyete sahip bir partinin şu anki tutumu aslında bu konudaki çizgilerinin tutarlılığını da ortaya koymuyor değil. Ancak devir eski devir değil. Gün geçmiyor ki her gün yeni bir şeyler yaşanmasın. Roboski’de, Kobanê’de olanları görmezden gelerek, “vatan savunuculuğu” yapılamayacağı görülüyor. Bu nedenledir ki çözüm sürecini toptan kaldıramayacağını anlayan MHP, çözüm süreci yerine “demokratikleşme” gibi isimlerin kullanılmasından hiç rahatsız değil. Bir şeyin ismini değiştirdiklerinde cismini de değiştirebileceklerini sanıyorlar. Demek ki o kadar da kırmızı değilmiş çizgileri, demek ki koltuk sevdası uğruna her şey, her yol mubahmış. Aslında merak ettiğimiz MHP tabanının bu konuda ne düşündüğü. Fazlasıyla sessiz olmalarını ve MHP’nin kırmızı çizgilerinden jet hızıyla dönmelerini nasıl görüyorlar acaba? Sanırım hep beraber yaşayıp, göreceğiz. Yeniden yineliyoruz, ortada reddedilmeyecek bir gerçek var ki o da MHP’nin AKP’ye karşı tutumunun, sırf koltuk sevdası uğruna 180 derece dönmüş olması.

Neredeyse her gün koalisyon tartışmalarına bir yenisi ekleniyor. MHP lideri Bahçeli şimdi de işi anaokul seviyesine indirerek tartışmaların boyutuna bir yenilik kazandırdı. HDP’nin CHP adayı olan Baykal’ı desteklemesine karşı, kendilerinin kesinlikle destek vermeyeceğini söylemesini ve her platformda “HDP varsa biz yokuz” söyleminde bulunmasını partisinin ne kadar ciddiye alınabileceğini gösteriyor. (3) Siyaset yapmaktan tamamen uzak bir anlayışla hareket eden MHP’nin bu tutumunu devam ettirmesi maalesef ki burjuva demokrasisine göre mümkün değil. Öyle ya da böyle HDP ve onun çizgisindeki tüm oluşumları kabul etmek zorunda kalacaktır. Yani ya bu deveyi güdecek ya da bu diyardan gidecektir. MHP’nin bu tutumlarına karşı HDP’nin her seferinde barış söyleminin sürdürülmesini asla yabana atmamak gerekiyor. Kindar bir zihniyet yerine, her söylemi olgunlukla karşılıyor ve sürecin işleyebilmesi için “Biz, MHP ile ülkemizin her sorununu aynı masada konuşmaya hazırız.” diyebiliyor. HDP’yi desteklediğimiz kadar birçok konuda da eleştirebiliriz ancak bu sözünün önemli bir yere sahip olduğunu asla göz ardı edemeyiz. Çünkü bu söylemler %13’lük bir destekle meclise girebilmesini sağlamıştır.

“Vatan, millet, Sakarya!” savunucusu MHP, AKP ile birlikte bir savaş hükümeti kurmanın yollarını arıyor. “Ülkesini gerçekten savunduğunu” iddia eden bir partinin ülkede kardeşi kardeşe düşürecek söylemlerde bulunup, kargaşa yaratmaya çalışması ciddi anlamda sorgulanmalıdır. Kürt halkını, yıllarca ülkeyi parçalamaya çalışmakla suçlayanlar bugün HDP'nin “ülke bütünlüğünü” MHP'den daha çok savunduğunu görmek zorundalar. Her yerde, her platforma Türkiyelileşme olarak bahsettikleri oluşumu hala anlamayanlar, savaş çığırtkanlığından başka bir şey yapmıyorlar. Sokaklarda Kürt, Ermeni, Alevi, LGBTİ avına çıkmış şovenistlerle ülke çok daha kanlı olacaktır. Zaten kandan beslenen bu kafaların istediklerini vermemek ve buna karşı savaşmak biz Marksistlerin en önemli görevlerinden biridir.

Bugün Kobanê’de ve sınırda yaşanan katliamlara sessiz kalmak, “onlar Kürt, bizden değil” demek ülkeyi tam bir kaosa sürükleyecektir. Yanı başımızda katliamlarını sürdüren ve elini kolunu sallaya sallaya, TC askerlerinin gözü önünde mayın döşeyen (4) katil IŞİD’in ortak düşman olduğu bilinmelidir. Kışkırtma ve yalan haberlerle oradaki halkı ve toprakları canı pahasına koruyanlara karşı nefret ve linç kampanyası başlatanlar bunun bedelini çok ağır ödeyecekler ve maalesef bize de ödeteceklerdir. İçimize yıllardır yerleştirilen nefret tohumlarından bir an önce vazgeçmeli, halkların kardeşliğine sahip çıkmalıyız.

Biji Bratiya Gelan!
Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Kobanê’de düşene, dövüşene bin selam!


                                                                                                           İstanbul'dan İMD'li bir işçi

Kaynak:

10 Temmuz 2015 Cuma

Patlayan SYRIZA Balonu ve İşçi Sınıfının Güncel Görevleri

Son yıllarda Yunanistan denince akla ekonomik krizler, kemer sıkma politikaları, IMF yardımları, genel grevler ve sokak savaşları gelir oldu. Yunanistan, AB ülkeleri arasında sınıf çelişkilerinin en keskin olduğu, işçi sınıfının ve gençliğin süreklilik halinde aktif mücadeleden geri durmadığı bir zayıf halka konumdadır. 10'un üzerinde genel grevin gerçekleştiği ülke, ekonomik krizle boğulmaktan kurtulamamıştır. Şu çok açık ki; Yunanistan'da kapitalizm çürümüştür. Yunanistan işçi sınıfı gerçekleştirdiği grev ve direnişlerle niyetini açık bir şekilde ortaya koymuştur. Yunanistan işçi sınıfının öfkesi kapitalist sisteme sığmamaktadır. Son genel seçimde SYRIZA sosyal demokrasinin solunda bir söylem ve seçim programı ile işçi sınıfının ve sistem mağdurlarının oyuyla iktidara geldi. SYRIZA'yı iktidara getiren işsizliğe ve kemer sıkma politikalarına karşı mücadelede yeni istihdam paketleri gibi vaatlerdi. PASOK ve KKE'nin yozlaşmışlığı ve işçi sınıfının devrimci politik bir özneden yoksun olması SYRIZA'yı iktidara götüren alanı açtı. Program olarak kapitalizmle barışık AB ve NATO'dan kopmak gibi bir hedefi olmayan, sistem içi iyileştirmeleri gündemine alan bir parti olmasına rağmen AB burjuvazisinde bir panik havası yarattı. SYRIZA seçimlerden 149 sandalye kazanarak birinci parti olarak çıktı. Fakat koalisyon kurabilmesi için 151 sandalyeye ihtiyaç vardı. Koalisyon için KKE'nin hiçbir şekilde yeşil ışık yakmaması SYRIZA'yı farklı alternatif arayışları içine soktu. Milliyetçi, göçmen karşıtlığı ile tanınan Bağımsız Yunan Partisi ile koalisyon kurdu. SYRIZA’nın başlıca seçim vaatleri şunlardı: istihdam, sosyal yardım, yoksul kesimlerin borçlarını düzenlemek. 2008 krizi sonrası ciddi bir toplumsal yara haline gelen işsizlik için 300000 kişiyi istihdam edeceği vaadinde bulunmuştu. AB ile yaptığı pazarlıklar sonrası bu vaatlerini zamana yayarak gerçekleştireceğini belitti. İşçi sınıfı için umut olarak çıkan SYRIZA hayal kırıklığı yaşatmaya başladı. Bu durum bizim açımızdan sürpriz olmadı. Programında kapitalizmin kurumları olan AB ve NATO ile barışık bir şekilde sosyal reformlar ve iyileştirmeler yapmayı kendine hedef koyan bir parti, AB emperyalizmin baskılarıyla bunu dahi gerçekleştirmekten aciz bir duruma düşmüştür. Gelinen süreçte işsizlik oranı 1.5 milyon, 5 yılda ekonomi %25 küçülmüştür. AB'nin 1.5 milyon Euro borcunu dayatması, buna karşılık Yunanistan hükümetinin AB ve IMF'den kurtarma paketi talebinin şartlı şekilde reddedilmesiyle ekonomi çöküşe geçmiştir. SYRIZA hükümeti IMF paketini referanduma taşımaktadır.

Syriza'nın Referanduma Gitmesi Nasıl Okunmalı?

Yunanistan'da devrimci bir önderliğin olmayışından doğan boşlukta sayısız işçi grev ve direnişlerinin gerçekleşmesi ve sokakların hep hareketli oluşundan biriken kitlesel muhalefete sistem içerisinde çözüm reform paketleriyle geldi. SYRIZA, AB ile sürekli karşı karşıya gelinmesi, kitlelerin taleplerini köşe kapmaca misali erteleyen siyasi manevralarla bu güne dek geldi. Fakat kitleler mücadeleyi bırakmadı, muhalefeti yeni hükümete çevirmeye başladı. Çipras bu sıkışmışlığı üzerinden atıp kendini rahatlatmak için son AB paketini referanduma taşıyan bir politik manevra sürecine girdi. Çipras'ın referandum kararı Bonapartist bir hamledir. Çözüm için geldiği iktidarda işçi sınıfına çare olamayan Çipras hükümeti, AB emperyalizminin dayatmalarına direnemez duruma gelmiştir. Onu iktidara taşıyan kitlelerin derdine çare olacak olan kapitalist sistemden kopma sürecine girilmesidir. SYRIZA seçimlerin neredeyse tek gündemi olan AB ile ilişkiler konusunda iktidara gelmiş ancak çok kısa bir süre sonra yine aynı madde üzerinden referanduma gitmiştir. SYRIZA bugün kitlelerde hayal kırıklığı yaratmaktadır. Hayal kırıklığına uğrayan kitlelerin öfkelerini sağcı faşist önderlikler örgütleyip, faşizmi yükseltme riski de vardır. Bu noktada Yunanistan devrimcilerine hayati görevler düşmektedir. Kitlerin öfkesini doğru yöne yöneltecek talepler geliştirip, bu talepler etrafında kitleleri sistemden kopartan bir çizgiye çeken bir muhalefet örgütlenmesi devrimci dönüşüm sürecini başlatacaktır. Yunanistan'da kapitalizmden kopmayı ve proletarya diktatörlüğünü önüne hedef koyan devrimci Marksist örgütler ortak bir cephe kurmalıdır. Referandumdan çıkan hayır kararının kemer sıkma tartışmasına sıkışması engellenmeli, borcun doğuş biçimi üzerinden kapitalist sistem ile hesaplaşılmalıdır. İşyerinde mahallelerde, okullarda komiteler kurulmalıdır. Bu komitelere gelecek faşist saldırılar karşısında kendi öz-savunmalarını sağlamak için silahlanmalıdır. SYRIZA'nın seçim öncesi taleplerini aşan bir programı işçi sınıfının önüne koyulmalıdır.

İşçi Sınıfının Güncel Görevleri ve Geçiş Talepleri

İşsizlik en önemli sorun halindedir. Bunun için 7 saatlik iş günü talebi hayata geçirilmelidir.
İlk etapta, kapanan ya da fiili olarak çalışmayan fabrikaların işçi denetiminde kamulaştırılması talep edilmelidir.

Yoksul kesimlerin bankalara olan borçları en önemli sorunlardandır.  Bunun için patronların vergilendirilmesi, bankaların işçi denetiminde kamulaştırılması talep edilmelidir.

Göçmenler ırkçı dalgaya maruz kalmakta ve birçok sağcı özne göçmenler yüzünden Yunanistan'ın bu halde olduğunun propagandasını yapmaktadır. Göçmenler için iş hayatında eşit haklar, sosyal güvence, sendika hakkı, seçme ve seçilme hakkı getirilmelidir.

Faşist güruhlar;  küçük burjuvazi içinden her zaman kitle toplamaktadırlar. Küçük esnaf ve küçük çiftçinin öfkesinin faşist saflarda cisimleşmesini önlemek için, küçük esnaf ve çiftçinin borçlarının silinmesi ve ucuz kredi talebi dile getirilmelidir.

IMF ve AB'ye olan tüm borçların o parayı kullananlar tarafından ödenmesi, yani krizin faturası patronlara sloganı ana talep olmalıdır.

Yunanistan'da gelişecek her gelişme AB'den bağımsız olarak ele alınamaz. AB'nin bu kadar çok sorgulandığı dönemde Avrupa Birleşik İşçi Sovyetleri alternatifini güncel tutmak, bu alternatifin işçi sınıfı içerisinde taraftar toplaması devrimci partinin inşasını hızlandıracaktır.

KKE gibi partilerin ne Yunanistan işçi sınıfını ileriye taşıyacak bir programı ne de kitlerin gözünde bir güveni vardır. Kriz ortamında bile sabit oylarını yükseltemeyen KKE, işçi hareketinden yalıtıktır. Daha önceki genel grevlerde grev kırıcılığı yapması işçi sınıfına alternatif olacak bir vizyonunun olmadığını göstermektedir. Yaklaşan İspanya seçimlerinin favorisi olarak PODEMOS'un görülmesi Avrupa işçi sınıfının yüzünü sola döndüğünün habercisidir. 

Dünya kapitalizminin yeni ekonomik buhranları ve savaşları eskisi kadar rahat atlatamayacağı açıktır. Ama şu da su götürmez bir gerçektir: işçi sınıfına yön gösterecek devrimci bir önderliğin olmadığı koşullarda işçi sınıfının nihai zaferi elde etmesi mümkün değildir. Bolşevizmin öğretileri ile kuşanmış bir dünya partisinin inşası biz devrimci Marksistlerin en önemli görevleri arasındadır.

Yunanistan'dan kopacak bir devrimci süreç sınıf mücadelesi tarihinde köklü geçmişi olan Avrupa işçi sınıfına ilham verecektir. Komünist Manifesto’da vurgulanan Avrupa'da gezen hayaletin geri gitmemek üzere tarih sahnesine yeniden çıkışının müjdecisi olacaktır.

KAPİTALİSTLERİN AB'SİNE KARŞI YAŞASIN AVRUPA BİRLEŞİK İŞÇİ SOVYETLERİ!
YA SÜREKLİ YIKIM YA SÜREKLİ DEVRİM!

Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

Direnişler Umuttur

4 Temmuz günü İMD olarak yeniden Serapool direnişine destek ziyaretine gittik. Direniş alanının uzak olması bizi biraz yorsa da oradaki işçilerin bizi gördüklerindeki mutluluk ve onlara yalnız olmadıklarını göstermiş olmamız bize tüm yorgunluğumuza değdiğini gösterdi.

Bir yandan direnişin 24. günü olmasının verdiği yorgunluk, bir yandan patron baskısıyla birleşen devletin zor aygıtlarıyla uyguladığı psikolojik şiddet… Tüm bunlara rağmen direnişin sıkı bir sınıf bağı içinde coşkuyla sürüyor olması direnişin en güzel tarafıydı.

Bazı aileler direnen işçilere tam destek verirken bazı aileler ise bu direnişe karşı çıkmaktaydılar. Bunun nedeni ise bu zamana kadar hiçbir direniş ve grev yaşamamış olmaları. Bir o kadar önemli olan da burjuva medyanın greve çıkmayı, haksızlığa karşı direnmeyi kısacası hakkını aramayı terörizm olarak göstermesi. İşçilerin aralarındaki bu sorunu çözmek için sınıf bilincini ve sınıf dayanışmasını güçlendirmesi gerekmektedir.

Ziyaretimiz sırasında işçilerden direnişle ilgili birçok şey öğrendik: İşçiler greve çıkmadan önce bir gün işe gitmediklerinde iki günlük maaşları kesiliyormuş. Kıyafet verilmediğinden evden getirdiklerini giyiyorlarmış. Kışın 5°C yazın 45°C‘de çalışıyorlarmış.

Grev sürecinde Pendik’e bağlı olmalarına rağmen AKP’li Pendik Belediyesi ne tuvalet ihtiyaçlarını karşılamış, ne de oruçlarını açmaları için erzak vermiş. Bu yardımı Kadıköy Belediyesinden görmüşler.

Bir işçi arkadaş: “Bir arkadaşımız patronumuzun kızına ‘Başörtü takmakla Müslüman olunmuyor.’ dedi. Hemen suç duyurusunda bulunmuş. Ama bize küfürler edildiğinde hiçbir şey olmuyor. Bizi terörle mücadele şubesinde yargılıyorlar. Sebebi de ‘İşçiler kardeş patron kalleş” dememiz. Bizi en çok yoran ve kıran 550 TL’lik mahkeme parası. İşsizlik parası da alamıyoruz. Genel ahlaka uygun mu?”


İşçiler yaşadıkları haksızlıklardan dolayı çok sinirliler. Bir direnişçinin “AKP’ye oy verirdik. Bundan sonra avucunu yalasın.” demesi, “İnsanlar cahil, değişmiyorlar.” diyerek kimseyi değiştirmeye çalışmayanların, tembelliklerine uydurdukları kılıfa cevap niteliğinde. İçimizdeki umudun büyümesine sebep oluyor.

İstanbul'dan İMD'li Bir İşçi

Günümüzde Rutin Bir İş Kazası

Ben Esenyurt’ta tekstil atölyesinde çalışıyorum. 16 yaşında bir çocuk işçiyim. Ortacılık yapıyorum. Günde yaklaşık 14 saat çalışıyoruz ve bunun sadece 1 saat 10 dakikası yemek ve dinlenme molası. Bazen yemek yerken bile “iş var” diye çağırabiliyorlar. Ayrıca atölyenin çok sıcak ve bunaltıcı bir havası var. Bu atölyede yaşadığım bir iş kazasından bahsetmek istiyorum.

Çalıştığımız yerde buhar borusu var. Sıcaklığı yaklaşık 100°C. Orada çalışan bir kadın işçi yanlışlıkla o boruya elini değdirdi. Ve çığlık atmaya başladı. Ben de merak edip yanına gittim. Sonra benim de elim boruya değdi. Ve bir süre fark etmediğim için elim borunun üzerinde durdu. Elimi çektiğimde küçük bir derim orada kalmıştı. Derimin yandığını izledim. Ve korkmaya başladım. Ardından biraz dinlenmek istedim. Otururken müdür geldi ve bana bağırmaya başladı. Hiçbir şey söyleyemeden çalışmaya devam ettim. Ciddiye almayacağını bildiğim için anlatmak istemedim. Zaten müdür de elime uzun uzun bakmasına rağmen hiç umursamayıp gitti.


Bize bu borudan hiç bahsetmemişlerdi. Bununla ilgili bir uyarı yapabilirlerdi. Orada bu kadar sıcak bir boru olduğunu öğrenmem için bu kazayı yaşamama gerek yoktu.

İMD'li Bir Tekstil İşçisi

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Başka Bir Dünya Mümkün

-Suçun ne?
-Düşünce!
-Ukalalık etme!

Bugün İMD olarak bir film gösterimi düzenledik: Uçurtmayı Vurmasınlar. 1989 yapımı, Tunç Başaran yönetmenliğindeki bir film. Aldığı pek çok ödülün yanı sıra Türkiye’nin ilk Oscar aday adayı olan filmiymiş. Kadınlar hapishanesinde doğup büyüyen küçük bir çocuk-Barış üzerinden hapishane koşulları anlatılıyor. Kör göze parmak şeklinde değil de ince ince, neredeyse sezgiye bırakılarak politik mesajlar veriliyor. Yıldızlara bakmaya hasret kadınlar; af çıkma ihtimali karşısında göbek atan kadınlar; “Dışarısı burası mı?” diyen Barış; hemen her sahnede özgürlük vurgusu; uçurtma çizerek, iyileşen kuşu serbest bırakarak tutsaklığa naif başkaldırılar.

Emrah Serbes bir yerlerde yazmış ki “Özgürlük daha çok bir his…” Bir öğrenci bu hissi en iyi sınav dönemlerinin bitişinden, çalışanlarsa mesai saati bitiminden tanır. Hapishanede kalmış biri muhtemelen oradan çıkış anından, uçağa ilk kez binen biri bulutları görüş anından, Gezi’ye katılmış biri Gezi’nin ilk günü parktan Taksim Meydanı’na bakışından, HDP’nin barajı geçmesini çok isteyen bir müşahit eve döndüğünde yüzde on ikilik oy oranıyla karşılaşmasından tanır. Gündelik hayatın içinde dahi öylesine özlenen bir şey ki özgürlük; böyle bazı anlarda somutlaşıyor, atmosferin içinde bir yerlerde olup bir solukla içine çekilebilecek hali alıyor.

“Öyle çok güzellik var ki dünyada, dayanamayacağımı hissediyorum…ve kalbim içime kapanacak!”*

Bu replik; beyaz, sıradan bir poşetin rüzgârda uçma sahnesinde söylenir. Bu sahneyi izledikten sonra Rize’deki köyümüze gittiğimde beyaz badanası soyulmaya yüz tutmuş ahşap pencereden önümde uzanan yemyeşil çay tarlasına baktım da baktım, her gittiğimde hâlâ bakarım, “Öyle çok güzellik var ki dünyada…” cümlesi kafamda yankılana yankılana.

Çok fazla güzelliğin, çok fazla özgürlüğün olduğu bu dünyada biz o güzelliği yaratan ama tadını çıkaramayanlar olmaya, özgürlüğümüzü bize izin verilen oranda yaşamaya mahkûm muyuz? En mavi en engin denizlerin, en yeşil tarlaların, Galata Kulesi’nin dibinin, Gezi Parkı’nın, üçüncü köprü güzergâhının, üniversite kampüslerinin, uzayın bir yerlerindeki yıldızların dahi; her birinin ya sahipleri var ya da birileri her geçen gün buraları sahipleniyor.  En güzel barınaklar, en güzel yiyecekler, en güzel kıyafetler belirli ellerde toplanıyor. Bütün bunların asıl yapıcıları olarak bize ne kalıyor? Yemyeşil çay tarlasının güzelliğinden bütün gün güneş altında orada çay toplayan işçiye güneş lekesinden, artan cilt kanseri riskinden başka ne kalıyor?

Ellerimizi bir araya getirsek oradan bir yumruk doğar,  merkezine vurduğumuzda dünyanın eksenini kaydıracak bir yumruk. Bütün güzellikleri yerle bir edenlere, uçurtma için “Vurun!” emrini verenlere hem ekmek hem de gül istediğimizi gösterecek bu yumruğumuzla, tek elde toplanan özgürlüğü de tek elde toplanan güzellikleri de ele geçireceğimiz bir gün gelecek. O gün geldiğinde; “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey.

 “Devrim yaptığımız zaman çok güzel olacak her şey, çünkü ben bu devrime güzelliğimi verdim.”**

                                                                                               
İMD’li Bir Tıp Öğrencisi
                                                                                                 
* American Beauty filminden.
** 2000 yılında Hayata Dönüş Operasyonu’nda yüzü büyük oranda yanan Hacer ARIKAN’ın bir sözü.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Bir Gün İki Eylem: Sivas Anması ve LGBTİ Onur Yürüyüşü

Sivas Anması

2 Temmuz 1993. 35 canın yanarak hayatını kaybettiği kara gün. Üzerinden tam 22 yıl geçti ama biz hala unutmadık, hatırlıyoruz. Gözleri kırmızıya bürünmüş o vahşi hayvanları hatırlıyoruz, dönemin Sivas valisi Ahmet Karabilgin'i hatırlıyoruz, sadece 5 dakikalık mesafede olup gelmeyen, gelince de sadece seyreden askerleri hatırlıyoruz, etraftaki esnafın nasıl destek verdiğini hatırlıyoruz. Katil devleti unutmadık! Hatırlıyoruz! Dillerinde tekbir ile katlettiler bizleri. Oysaki tek suçumuz insan olmayı başarabilmekti.

Bugün Kadıköy'de düzenlenen Madımak anmasındaydık. Kitle olarak çok büyük bir kitle yoktu. Daha çok siyasi örgütlerden oluşan kitlede Alevi dernekleri ve grupları yok denilecek derece de azlardı. Alevilerin yeterince desteğinin olmayışı üzücü bir durum, hele ki bu zamanlar da: Kapılarımıza işaret koydukları, bizlere Çorum'u Maraş'ı hatırlatmaya çalıştıkları bu zamanlarda. Unutmak ihanettir diyenler neredeydiler merak ediyorum. Daha fazla destek verilmeli.


Bu kadar azınlık olmamızın tek bir nedeni var o da bu toplumun örgütsüzlüğünden kaynaklanıyor. Örgütlenmeliyiz. Her alanda iş yerinde, fabrikalarda, mahallede, okulda ve hatta evde dahi örgütlenmeliyiz. Bir daha katledilmemek için, faili meçhule kurban gitmemek için, göz göre göre sokakta dövülerek öldürülmemek için örgütlenmeliyiz.

Ayrıca Çevik Kuvvet olası bir "olay" için hazır tutuluyordu. İnsanların yasına dahi saygı duymayan bu terör örgütü devletten de başka bir şey beklenemezdi herhalde.

Boğa'dan İskeleye doğru gerçekleşen yürüyüş HDP ve CHP milletvekillerinin katılımıyla olaysız sona erdi. Sivas'ı unutmadık, unutturmayacağız!


LGBTİ Onur Yürüyüşü

Korkuyorlar! Korkuyorlar çünkü insanlar at gözlüklerini yavaş yavaş atmaya başlıyorlar. Korkuyorlar çünkü her geçen gün insanlar örgütlü mücadelenin değerini, önemini anlıyorlar.

Evet korkmakta haklılar. Ama bir şeyi bilmiyorlar. Onların bu baskıları bizi yıldıramayacak. Her geçen gün homofobik kişilerce nefret cinayetine kurban giden LGBTİ bireylerin bugün Taksim'de yürüyüşleri vardı. İstedikleri tek şey en azından bu ülkede insan yerine koyulabilmekti. Rahat yaşayabilmek, girdiği marketten kovulmamak, sırf yönelimleri yüzünden öldürülmemek ve bu toplumda var olduklarını göstermekti.


Fakat "kahraman polis" yine izin vermedi. Hiçbir şekilde tehdit, şiddet içermeyen bu yürüyüşe karşı inanılmaz derecede büyük bir önlem almışlardı. Polisler yaklaşık on kişilik gruplar şeklinde İstiklal Caddesi boyunca yirmi metre aralıklarla konuşlanmıştı. Ve tabii ki her sokak başındaki Çevikleri de unutmamak gerek. Gazlı ve tazyikli su ile yapılan müdahalede insanlar ara sokaklara sıkışmış bekliyordu. Ne girişe izin vardı ne çıkışa. Ama buna rağmen insanlar eğlenceli ve neşeli bekleyişini sürdürdü. Oysa onların korkuları içlerine işlemiş, tüyleri diken diken olmuş, bunu görmek güç değil.

Başta da söylediğim gibi, örgütlü mücadele vermemizden korkuyorlar. Haklılar korkmakta. Bu nedenle daha fazla baskı yapıyorlar. Onların baskıları bizi daha da hırslandırıyor. Öfkemiz daha da artıyor. Korkmuyoruz! Bu düzeni hep birlikte değiştireceğiz.

Eğer sen de bu kokuşmuş düzenden rahatsız oluyorsan örgütlen! Çünkü, bu düzeni yıkmak ancak örgütlü mücadele ile mümkündür!

                                                                                         28.06.2015 | İMD'li Bir Öğrenci

LGBTİ Onur Yürüyüşü ve Polis Terörü

Biz Taksim'deki Onur Yürüyüşü’ne geçen seneki eğlenceli kutlamaları da görerek ailecek hep beraber destek olmaya gitmiştik: 4, 6, 10 yaşında çocuklarla. Ta ki o masum insanların polisin kapsülü hedefi olmasıyla kaçışmaları, TOMA’nın üstlerine üstlerine sürülmesiyle yürüyüşün cehennem yürüyüşüne döndüğünün farkına varana dek. Evet polisler oradaki kadın, çocuk, yaşlı düşünmeden  sadece saldırmayı seçiyor ve ben kucağımdaki çocukla onu korumak için kaçmaya çalışırken polis; ne işleri var burada diyor, “biz burada bu insanlara nasıl bir zulüm sergiliyoruz bizim ne işimiz var” burada demiyorlar..



Ben kucağımda Meloş'la (o kadar mağdurduk ki bir gazeteci o çocuğu öyle görünce hemen kamerasına sarıldı) arkamda yine çocuklar ve teyzem her bir çıkışa yönelmeye çalıştığımızda çıkışlar tek tek kapanıyor, bir sokağa sıkışıp kalıyorduk. Zaten o sokaklar da güvenli değildi. Esnaf, “burası da aynı olacak çıkın gidin” diyorlardı. Daha çok endişelenmeye başlıyorduk ki yoldaşlarımız bu zorlu süreçte daima bizleri arayarak, yönlendirerek, yanlarımızda olduğunu göstererek, bizleri almadan bir yere gitmediklerinden sakin kalmamıza, o kargaşadan çıkabileceğimize bizleri inandırdılar.

Ve beni ve diğer yoldaşlarımızı gerçekten sevindiren asıl olay ise teyzemle tanıştıklarında Teyzeciğimin ''aslında bütün kargaşayı polis çıkardı, her şey çok sakin ve güzeldi insanlar burada hiçbir şey yapmıyordu'' demesi oldu.


Devamında 10 yaşındaki çocuğun ''polisler ne kadar kötü davranıyor insanlara böyle!'' demesiyle orada gerçeği yaşayarak öğrendiler. Bu olaylar onlara en büyük hayat dersleri oldu belki de. Eminim o çocuk, evde televizyonda bu haberleri çok farklı seyrettiğinde bunun farkına varamayacaktı. 

Mücadeleyle dolu bir gündü ama ben bu mücadelenin tam beş meyvesini aldım o gün;  kız kardeşim, üç kuzenim, teyzem; hepsinde kalan şey polisin onlara yaşattığı korku oldu ve en önemlisi özgürlük isteyen insanlara yapılan zulümleri şimdi daha net görmüş oldular. Bir sloganımız vardı artık: 

Çoluk çocuk ailecek el ele hep birlikte; onur, özgürlük, insanlık yürüyüşüne!


                                                                              28.06.2015 | İstanbul'dan İMD'li Bir Öğrenci