30 Kasım 2012 Cuma

SAĞLIK’LI FİŞLENMELER!


2010’de başlatılan ASM (Aile Sağlığı Merkezi) uygulamasının şiarı “artık hastalar sıra beklemeyecek, Aile Hekimleri geçmişteki hastalıklarını görüp ona göre sağlıklı tedavi yöntemleri uygulayacak ve en önemlisi sağlık güvencesi olmayanlar da ASM’lerden faydalanabilecek” idi. Nitekim yavaş yavaş sağlıktaki bu değişim burjuvazinin asıl amacını gözler önüne serdi.   

Önce ilaç sektörleri el attı ve özelleşmiş aile hekimleriyle tıbbi araç gereç karşılığında etken maddeleri henüz tam anlamıyla bilinmeyen ilaçlar piyasaya düştü, daha sonra "Herkes sağlıktan faydalanacak! 'Bakın sağlık artık bedava!'' sözleriyle sürekli gündeme gelen başbakanın her reçeteye 3 TL ve her üç ilaçtan sonra ilaç başına 1 TL fark alınması sağlıktaki ticaretin boyunu gözler önüne serdi. 

Şimdilerde burjuvazi bir diğer fişleme ve sömürme uygulamasını getiriyor ASM'lere. Artık randevu sistemi uygulanacak ASM’lere. Bunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? Her aile hekimliğinde adres bilgilerimiz, telefon bilgilerimiz, sağlık problemlerimiz, psikolojik sorunlarımız kayıtlıdır ve bu demektir ki belediyeler tarafından uygulanan bu aile hekimliği randevu sistemi bahanesiyle elde edecekleri bilgileri direk sermayedarların eline geçecek. Bankalar, burjuva kolluk kuvvetleri, her an ensemizde olacak.
 
İMD'li bir sağlık emekçisi

29 Kasım 2012 Perşembe

Metalde Toplu Sözleşme


Merhaba yoldaşlar,

Ben  yaklaşık bir yıldan beri Gebze’deki bir fabrikada çalışan bir işçiyim ve çalıştığım fabrikada Türk Metal’in sözleşme yenilemesi için bekliyoruz. Beklerken bana ve diğer işçi arkadaşlarıma hiçbir bilgi verilmiyor. Benim bildiğim ve doğru bulduğum şey, sözleşme zamanında her bilgi işçilere aktırılır, ama bu zamana kadar bir bilgi iletilmedi sadece kulaktan dolma haberler var. Kendim öğreniyorum, o da ne kadar doğru olabilir.

Mesela bir haber ortaya atmışlar, sendika % 20 zam diyormuş. Şahsen ben doğru bir haber olduğunu sanmıyorum. Başka bir haber de var ki, doğru olduğunu düşünmek biraz zor görünüyor: Neymiş patronların verdiği vergiyi artık devlet karşılayacakmış ve bu karşılama da maaşlara iyi bir şekilde yansıyacakmış. Tabii bu haberler asılsız, sadece sendika ve patron tarafının bir oyunu. Verdikleri sadaka zammına herkesin razı olması için ortaya atılan bir kıtır.

Sözü burada sizlere bırakıyorum yoldaşlar. Ben bu duruma seyirci kalmak istemiyorum. Ben yine elimde geleni yaparım, konuştuğum yere kadar konuşurum, işçi arkadaşları masallarla avunmak yerine sendikaya baskı bindirmek üzere mücadeleye çağırırım. 

Gebze’den İMD’li Bir Metal İşçisi

 

28 Kasım 2012 Çarşamba

Ekmek Kavgası



Ben otomotiv sektöründe yeni açılan bir firmada yaklaşık 3 senedir çalışan bir işçi olarak bu süre zarfında yaşadıklarımı ve sorunlarımızı dile getirmek istiyorum. Patronun kimlerin üstünden nasıl büyüdüğünü ve patron büyürken biz işçilerin bu süre içinde neler yaşadığımızı aktarayım.
İşyeri ilk üretime başladığından beri işyerimizde şunlar oluyor:
  •    Yeni başlayan arkadaşların sigortası 3 ay sonra başlatılıyor.
  •    Asgari ücretin altında ücret veriliyor.
  •    AGİ adı altında alınan paralar bize ulaşmıyor. 
  •  18 yaşın altında işçiler güvencesiz çalıştırılıyor.
  •    Maliye denetimlerinde sigortası olmayan işçiler saklanıyor.
  •    Sağlıklı havalandırma sistemi bulunmuyor.
  •    Mesai ücretleri resmi tatiller dışında hangi gün olursa olsun yüzde 50’den ödeniyor.
  •    Fazla mesai zorunlu hale getiriliyor.
  •    Çalışma saatleri 12 saate kadar yükseliyor
  •    2 tane personel servisi olması gerekirken, tek servisle ulaşım sağlanıyor.
  •    Son olarak da, mesaiye kaldığımız günlerde mesai saati içerisinde yemek verilmiyor.

İşte bizim bir dünya sorunumuz.
Patronun bunların dışında en iyi yapabildiği şey ise ücretlerimizin düzenli ödenmesi oldu.
Yukarıda saydığım sorunlardan en ilginç ve katlanılmaz olanı ise mesaiye kaldığımız zaman yemek verilmemesiydi. "İlginç" dedim, çünkü sorunu ilginç yapan patronun sorunun çözümüne bakış açısıydı. Patronun bulduğu çözüm, çocuk kandırır gibiydi: 25 kuruşluk iki adet kek!
Bu sorun iş yoğunluğunun artmasıyla ortaya çıktı. Mesai sırasında işçi arkadaşlarla beraber çok uzun süreli çalışmamızdan dolayı acıktığımızı ifade ettik. Bulunan çözüm karşısında çok rahatsız olduk.
Önce teker teker bu rahatsızlığımızı ifade etmeye başladık. Bireysel şekilde bile olsa işçi arkadaşlarımızdan gelen şikayetler sonrasında (elbette sonuna kadar haklı olmamızdan ötürü) kek yerine bize sandviç verilmeye başlandı.
İşçiler olarak bireysel bir şekilde rahatsızlıklarımızı dile getirmemiz sorunlarımızı halletmeye başlamamızı sağlıyor. Bir de hep birlikte söylediğimizde birçok sorunumuzu halledeceğimize inanıyorum.

* * *

Aslında mesaiye kaldığımız zaman içinde bize verilen sandviç ile sorunun çözüldüğünü düşündük, ama bugün yaşadığımız sorun bunun hiç de böyle olmadığını, patronlara hiç güvenilmeyeceğini tekrar gösterdi bize.
Gün içerisinde bazı arkadaşlarla beraber mesaiye kalacağımızı, ama mesai arasında bize verilen sandviçlerin verilmeyeceğini duyduk.
Paydos saati yaklaşırken 5 işçi arkadaşla bu durumu değerlendirdik ve kiminle nasıl konuşmamız gerektiğine karar verdik. Kararımız müdürle konuşup bu durum düzelmezse mesaiye kalmayacağımızı söylemekti. Arkadaşlarla gidip müdüre kararımızı bildirdik. Müdür bize bu durumun bir yanlış anlama olduğunu, böyle bir şeyden haberi olmadığını ve hemen patronla konuşup düzelteceğini, bunun “halledilemeyecek bir sorun olmadığını” söyledi.
Biz de arkadaşlarla çok fazla çalıştığımızı, doğal olarak acıktığımızı ve bunun insani bir durum olduğunu dile getirdik. Sorun halledilmezse hep birlikte mesaiye kalmayacağımızı yineledik.
Bizim konuşmamızdan sonra müdür hemen patronla görüştü ve sorun o gün için çözüldü.
Bu küçük sorunun biz işçiler için önemi şudur: Herhangi bir sorun için yan yana mücadele ettiğimizde asıl gücümüzün birliğimizden geldiğini görürüz.
İMD’li Bir Metal İşçisinden

27 Kasım 2012 Salı

Çalıştığım Şirket Bir Anda Büyüdü, Kocaman Oldu - Ya Ben?


Çalıştığım şirket bir anda büyüdü, kocaman oldu. Bu büyüme hızına bütün çalışanlar benim kadar şaşırmıştı. Tabii şirket büyüdükçe hedefleri de büyüdü, değişti. 1.000 kişi olma yolunda ilerlediklerini duyduk sürekli. Büyüyünce ilk işi daha büyük bir işletmenin altına girmek oldu. Büyüyüp güçlendikçe birçok yerde reklamını, dergilerde fotoğraflarını görür olduk şirketin. Büyüdükçe kendi içindeki “büyük”leri fazlasıyla gördü, ancak bizler bu büyümeden nasiplenemedik.
Şimdi bu büyük şirket en çok gözden çıkarabildiği idari işler departmanındaki işçilerine (aralarında şirketin kuruluşuyla birlikte işe giren 11-12 yıllık çalışanlar da var), içinde olduğu uluslararası gruba verdiği sözlerden ötürü “personel maliyetini azaltmak” için baskı yapıyor. İşçilerin sözleşmesi temel haklarıyla birlikte bir danışmanlık firmasına devredilmeye çalışılıyor. Ancak yeni yapılan sözleşme 2 yıllık belirli iş sözleşmesi ve çalışanın hakları çok kısa maddeler halinde yazıyor. Tek bir günde, birilerinin sözleriyle işçilere dayatılan bir sözleşmeden bahsediyoruz.
İşçiler şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar. Aslında bu sözleşmeyle patronla aynı gemide olmadıklarını görmüş oldular. Şirket kurulduğundan bu yana “omuz omuza vererek, dişimizle, tırnağımızla buralara geldik” yalanı bu sözleşmeyle birlikte ortaya çıkmış oldu.
İşçilerin arasında evli ve çocuklu olanlar, çocuğuna iş bulamayanlar, tek başına ev geçindirmek zorunda olan kadınlar da var. İşte bu koşullar işçileri bir ikileme sürüklemiş durumda. Ya atacaksın imzayı, ya gideceksin!
İşte bu bozuk düzen bizleri, işçi sınıfını, patronların kâr hırsına öyle bir bağlıyor ki her gün çalışmaya devam edecek olmamız onların aldığı kararlara bağlı olarak belirleniyor. Bizler birilerinin ağzından çıkan iki kelimeyle bugün kötü bir sözleşmeye imza atmak, yarın işten atılmak zorunda değiliz!
Hepimiz aynı sınıfın parçasıyız ve yoldaş olmalıyız. Gelin birleşelim, bozuk düzeni devirelim!
İMD’li bir dünya işçisi

26 Kasım 2012 Pazartesi

Yok, Biz Yedik de Geldik!


Bugün hemen hemen bütün sermaye gazetelerinin baş sayfalarında AKP-CHP-MHP arasında geçen “Muhteşem Yüzyıl” polemiği geniş yer tutuyor. Bir taraf bizim “ecdadımız öyle şey yapmaz” diyor, öbür taraf “başbakan dizi mi izliyor?” diyor. Bize de okuyup uzun uzun okuyup düşünmek kalıyor.
Yaşadığımız toplumda çoğunluk, bilhassa işçi sınıfının büyük kısmı siyaseti “kötü bir şey”, “yalan” olarak tanımlıyor. Ayrıntı konuşulduğunda siyasilerin kendilerinden, toplumun sorunlarından uzak olduğu söyleniyor. Haksız değil böyle düşünenler. Burjuva siyasetçiler işçiye, kadına, dili yok sayılana, cinsel kimliği yok sayılana, engelliye (küçük bir kesim hariç kimseye) bir şey veremiyor. Amaçları vermek değil, tersine almaktır. Koltuk edinmek, daha büyük sermaye sahibi olmak, nüfuz alanını geliştirmektir. Yaklaştıkları tüm önemli ve demokratik sorunlara da bu perspektiften çözüm ararlar. Bu böyle açıkça dile getirilecek, savunulup sempati kazanılacak hedef değil; lakin bir şeyler söylemek gerek. Bir davete veya törene katılıp katılmamak meselesi, geçen günkü “çölde hangi bahtsız kaldı?” atışması gibi seviyesiz konuşmalar vs. bu boşluğu doldurmaya yarıyor.
Rahatsızlık duyulabileceğini bilen bazı gazeteler bugünkü polemiği “yine mi böyle abuk sabuk bir tartışma?” imasıyla beraber yayınlamış. Neden haberi hiç yayınlamamak yerine –zira işlerine gelmeyen haberleri kendilerinin de sıkça söylediği üzere yok sayabiliyorlar– bu şekilde yayınladıklarını bir düşünmek gerek. Çünkü burjuva gazetelerin aynı sınıfın mensubu oldukları burjuva siyasetçileriyle işbirliği yapmaları gerekir. Haberi bu şekilde vermek ise hem gazeteyle aynı hissi yaşıyor gibi hissetmemizi hem de bu meseleyle meşgul olmamızı sağlar.
Sermayenin siyaseti laf salatası olarak sunuluyor bize, zira ellerinde emekçiler, ezilenler için ürettikleri bir şey yok. Kendi sınıfımızın –işçi sınıfının– siyasetini yaparken ise yalana ve iftiraya gerek duymuyoruz, duymayacağız da. Sizin salatanızdan yemeyelim, biz göğsümüzü gere gere ve açıkça ezilen kesimlerin siyasetini yapıyoruz, işçi sınıfının çıkarlarını savunuyoruz. 

Aynı Fabrikada Çalışan Bir Anne-Kızdan



Aşağıda aynı fabrikada çalışan bir anne-kız İMD’linin yazdıklarını yayınlıyoruz:

Ben fabrika işinde çalışan bir kadın işçiyim. Bu işyerinde çalışmaya başlayalı tamı tamına 2 yıl 2 ay 15 gün oldu. Bu fabrika bana çok şey gösterdi. Ne olursa olsun kopmadığın arkadaşlarının olduğunu, işçi-patron farkını gösterdi. Patronların hep yüksekte durmak istediğini, bizi hep küçük gördüklerini gösterdi. En önemlisi biz olmadan hiçbir şey yapamadıklarını, ama yapıyormuş gibi davrandıklarını gösterdi.
Bazen öyle bir konuşuyorlar ki, sanki bizden birisi gibi. Bazen de diğer yüzlerini gösterip, bizim gibi sokakta çok işçi olduğunu hatırlatıp “Çalışırsanız çalışırsınız! Mesaiye gelmezseniz bir daha hiç gelmeyin!” diyorlar. Bu beni üzüyor, fakat yıldırmıyor.
Kendim ve işçi arkadaşlarım adına istiyorum ki, patronlar dünyanın en değerli insanlarının işçiler olduğunu anlasınlar. Ve biz olmadan kendilerinin bir hiç olduğunu görsünler.

* * *
Ben yedi yıldır fabrikada çalışan bir kadın işçiyim. Buraya ilk girdiğimde en güzel işyeri burası sanırdım, çünkü ilk işimdi. Hâlâ daha aynı yerde çalışıyorum.
İlk 5 yıl havalandırma yoktu. Son iki yılda yapıldı havalandırma. İşçi sayısı hiç 180’in altına inmedi. Sabah akşam çay paydosumuz yok. Öğle arası sadece bir yarım saatte yemek ihtiyacımızı giderebiliyoruz. Ve on iki buçuk saat çalışmaktayız. Sabah sekizden akşam sekiz buçuğa kadar. Saat altıda tost veriliyor bazen. Tostumuzu da hiç durmadan çalışarak yemek zorunda kalıyoruz. Çünkü ya patron ya da müdür tost dağıtıldıktan sonra üretim alanını dolaşmaya başlar. On iki buçuk saat boyunca ancak iki defa tuvalete gidebiliyoruz. 3 kez gittiğimizde ise laf ediliyor!
Size bir kadın işçi ve anne olarak çalıştığım işyerinde gördüklerimi anlattım.

22 Kasım 2012 Perşembe

Brecht’in “Cesaret Ana ve Çocukları” Oyunundaydık



Ankara’daki İMD’liler olarak geçtiğimiz hafta  Bertolt Brecht’in Ankara Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen Cesaret Ana ve Çocukları adlı oyununa gittik. 

Brecht’in “Bütün Oyunları”nı yayınlayan Mitosboyut Yayınları’nın bastığı kitapta da belirtildiği üzere, epik tiyatronun usta yazarlarından Brecht’in bu oyunu, 1618-1648 yılları arasındaki 30 Yıl Savaşları’nda geçer. Cesaret Ana, evlilik dışı 3 ayrı kocadan iki oğlu ve bir dilsiz kızı ile birlikte askerlere öteberi satarak hayatını kazanan gezginci bir tüccardır. Cesaret Ana, klasik bir tüccar mantığıyla, savaşın gidişatına göre malı en ucuza alıp en kârlı şekilde satmaya çalışarak bu savaştan iyi kazanç sağlayacağını düşünmektedir.
Brecht’in bu oyunu, Avrupa’da o dönem korkunç bir biçimde devam eden din savaşlarını, bu savaşların üzerinde yükselen yeni tüccar sınıfını, Cesaret Ana karakteriyle savaşın kendilerine ekonomik refah getireceğine inanan orta sınıfı ve savaşın korkunç yüzüne tanık olan ve en ağır bedeli ödeyen yoksul köylüyü tüm gerçekliğiyle ortaya koyuyor. 
 
Brecht kazanma hırsıyla yanıp tutuşan orta sınıfın (müstakbel burjuvazinin) savaşlardan medet ummaktan vazgeçmediğini eleştirel bir tarzda ortaya koyuyor. Oyunun sonunda iki oğlunu kaybetmiş olan Cesaret Ana kızı Kattrin’in ölüsü başında söyledikleri tam da bunu ifade ediyor. Bakın ne diyor Cesaret Ana:

Bahar geldi! Kalk ey Hristiyan!
Kar eridi! Öldü Ölen!
Ve hayatta kim kaldıysa
Yola koyulmalı hemen.

Geniş oyuncu kadrosu ve muhteşem orkestrasıyla bir Brecht klasiği. Ankara’daki İMD’liler olarak tiyatro etkinliklerimiz devam edecek. Ankara Devlet Tiyatroları’nda bu sene bizleri çok iyi oyunlar bekliyor. Ankara’da olan ya da yolu Ankara’ya düşen herkesi bu güzel oyunları birlikte izlemeye davet ediyoruz.

16 Kasım 2012 Cuma

Biber Gazını Sağlıklı Bulan Bir Hükümetin Sağlık Reformundan Ne Beklenir?



Sağlıkta reform sözleriyle propaganda yapan AKP hükümeti kendisiyle övünedursun, hastalar hastane kapılarında can çekişiyor. Bundan sonra sıra beklemeyeceğimizi, ücret ödemeyeceğimizi söyleyen, “benim vatandaşımın sağlığı benim için önemlidir” diyip gözyaşlarıyla gündeme gelen başbakana soruyorum: Sigortasız gelen hastalara vezne yolu gösterilmesi, randevusuz gelen hastalara bakılmaması, 182 no’lu hasta randevu merkezinden ancak bir hafta sonrasına (en erkeninden bahsediyorum) randevu alınabilmesi, her muayeneden sonra en az 10 TL ücret alınması, performansa girmemek için doktorların rekabet içine itilmesi sağlığın nasıl sağlıksız koşullarda verildiğini göstermiyor mu? Bu mu sizin reformunuz?
Burjuvazinin reform safsatasını görmek için sınıfsal gözlüğümüzü takmalıyız ve unutmamalıyız ki, uzlaşmaz iki sınıf vardır: Burjuvazi ve Proletarya. Lenin'in de dediği gibi, birinden değilsen diğerindensin.
Ben bir proleterim ve istediklerim sağlığın ücretsiz olması ve taşeronun kaldırılması, milyonlarca işsize iş imkanı verilmesi, yaşam koşullarının düzeltilmesi, çalışma saatlerinin düzeltilmesi ve anadilde bilimsel eğitim verilmesi. Siz bunların burjuva hükümetlerce çözülebileceğini düşünüyor musunuz? Ben düşünmüyorum. Ancak ve ancak dünyanın % 94’ünü oluşturan, üretim gücü elinde olan işçilerle, yani işçi devletiyle mümkündür. Buna giden tek yol örgütlenmektir! Üreten bizsek yöneten de biz olmalıyız. Yaşasın örgütlü mücadelemiz!
İMD’li bir sağlık çalışanından