Kapitalist sistemde dünyaya
doğduğunuzda % 95 ihtimalle hayatınızı idame ettirebilmeniz için kendi beden ve
akıl gücünüzden başka hiçbir şeye sahip değilsinizdir. En iyi ihtimalle bütün
hayatları boyunca karın tokluğuna çalışan ana babanızdan bir ev kalmıştır size, ya
da köyde bir tarla. Sistemin size verdiği eğitimi binbir zorlukla alırsınız.
Sistem öyle güzel kurgulanmıştır ki, siz bu eğitimin içeriğini sorgulamazsınız.
Örneğin bütün tarih kitaplarında Osmanlı ordusu başkasının ülkesini işgal
ettiğinde bunun adı “fetih” olur. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalist güçler
yurdumuzu dört bir yandan “işgal” ederler.
Kapitalist sistemin eğitim sistemi diğer
her şeyde olduğu gibi adaletsizdir. Siz mahallenin ilkokulunda okurken,
birilerinin çocukları anasınıfında İngilizce eğitim almaya başlarlar. Eğitim
hayatı bu % 95’lik kesim için hep bir maraton havasında geçer; eğer ailenizin
sizi okutacak gücü varsa stresli yıllar sizi bekler; önce anadolu lisesi
sınavları, sonra üniversite sınavları... Siz bu sınavlarda muhtemelen başarısız
olurken, birileri özel okullarda her türlü olanak içerisinde, en iyi
eğitmenlerden, en modern dersliklerde, istedikleri, seçtikleri (seçme şansları
hep vardır) eğitimi alırken, siz hep “ben aslında mimar olmak istiyordum”,
“matematiğe kafam çalışır ama...” gibi cümlelerle kendinizi avutursunuz.
Hani "hayatınızı idame ettirmeniz
için kendi beden ve akıl gücünüzden başka hiç birşeye sahip değilsinizdir" demiştim ya, başınıza bir iş geldiğinde, hastane kuyruklarında işiniz kelimenin
tam manasıyla Allaha kalmıştır! Hemen her gün gazete ve televizyonlarda şöyle
haberler görürsünüz: "Falanca hastane 5 yaşındaki küçük x’i kabul etmediği için
küçük x yolda can verdi” “falanca yol üzerinde gerçekleşen trafik kazasında ambulans
gecikince x isimli hasta hayatını kaybetti”, “yanlış iğne can aldı”, “ilaç
alacak parası olmayınca falanca teyze hayata gözlerini yumdu.”
Diğer taraftan yine aynı medya
organlarından şöyle haberler de izliyoruz: “Kafasından vurulan İbrahim Tatlıses
mucizevi şekilde hayata döndü”, “ünlü sanatçı 15 gün sonra bastonu bırakacağını
açıkladı”, “Fenerbahçe'nin Brezilyalı yıldızı ameliyat için Amerika’ya uçtu”, “Ebru Gündeş’in durumu iyiye gidiyor”, “Ünlü iş adamı yoğun çabalara rağmen
kurtarılamadı.” Yani en kötü ihtimalle bütün doktorlar seferber oluyor, ama ünlü
işadamı maalesef kurtarılamıyor! Siz sağlığınızdan olduğunuzda sistem
size olabildiğince acımazsız davranırken, birilerini hayatta tutmak için elinden
geleni yapar. İnsanın en temel gereksinimleri, bilgiye erişmek birileri için bu kadar kolayken, bizim için neden bu
kadar zordur? En basit sağlık sorunlarımız için bile neden bu kadar eziyet
çekiyoruz? Eminim hepimiz zaman zaman bu soruları soruyoruz kendimize.
Söz eğitimden açılmışken, burjuva
medyanın pek duyurmadığı, ama İMD olarak bizim yakından takip ettiğimiz bir
direnişten biraz bahsetmek istiyorum. Taksim'de BEDAŞ çalışanlarından 124 taşeron işçi maaşlarını gününde alamadığı, eksik
aldığı ve eksik işçiyle çalıştırıldığı gibi haklı gerekçelerle sendikaya üye
olup koşullarını iyileştirmeye çalıştığı için kısa mesaj yoluyla işten atıldı. Taşeron
içşilerin aldıkları maaşın çok düşük olduğunu ve kıt kanaat geçindiklerini
söylememe herhalde gerek yoktur. İşten atılan işçiler Taksim'in göbeğinde BEDAŞ
binasının tam karşısına kurdukları direniş çadırı ile 1 aydır 7/24 onurlu
direnişlerini sürdürüyorlar. Haklarını alıncaya kadar da direnmeye kararlılar.
Görece daha rahat koşullarda ve yine görece daha yüksek ücretlerle çalışan
beyaz yakalılar nispeten avantajlı durumunu büyük ölçüde aldıkları eğitime ve
okudukları üniversitelere borçlular. Ancak sorgulanması gereken bir diğer konu
ise ilk ve orta düzeyde aldığımız eğitimin niteliği kadar, üniversitelerde
verilen eğitimin kalitesi. Ben şahsen BEDAŞ’ta taşeron olarak çalışan, bütün gün
cadde cadde, sokak sokak, apartman apartman dolaşan işçiyle bir bankanın genel
merkezinde, plazada çalışan, işe taksiyle gidip gelen ve çocuğunu özel okulda
okutabilen beyaz yakalı işçi arasındaki tek farkın diploma farkı olduğunu,
diplomanın da bazen biraz daha fazla para dışında hiçbir anlam ifade etmediğini iddia ediyorum. Kanıt mı?
Ben de bir beyaz yakalı işçi
olarak aynı zamanda özel bir üniversitede master yapıyorum. Bu dönemin sonunda
diplomamı almış olacağım. 2 hafta önce E-Ticaret dersi final sınavı vardı. Final
sınavında hoca toplam 10 soru sormuş ve 4 tane şık vermiş. Aklımda kalan
sorular şöyle;
Aşağıdakilerden hangisi
geleneksel reklam mecralarından değildir?
A) Televizyon B) Radyo C) Gazete D) Mobil Reklam
Aşağıdakilerden hangisi E-Ticaret
Sisteminin Avantajlarından değildir?
A) İnternet üzerinden yapılması B) Maliyeti düşürmesi C) Küresel Olması D) Pahalı olması
Okuma-yazma
bilen, biraz gündemi takip eden herkes bu sınavdan asgari 80-90 puan
alabilir. Ve master eğitiminin bedeli 22 bin TL! Verdikleri eğitim bu parayı
verip CV'lere “master yaptım” ibaresini eklemekten başka hiçbir şey ifade etmemektedir. Ben
eğitime başladığım yıl ne tesadüftür çalıştığım şirkette terfi ettim. Sonra iş
değiştirdim ve şu an çalıştığım şirket bana transfer bedeli ödedi. Eğer master
yapmamış olsaydım eminim beni işe almazlardı. İşte kapitalist sistemin bize verdiği eğitim
budur. Beyaz yakalı işçiler oturup biraz düşünürlerse hiçbir şeye sahip
olmadıklarını göreceklerdir. Onlar % 5'lik sömüren sınıfın ayak işlerini
yapmaktan başka bir işe yaramazlar, ama kendilerini çok önemli hissetmeleri sağlanır zaman zaman. En kötüsü ise sistemin kölesi haline
gelen ve hatta sistemin savunucusu, kölesi olan kesimdir beyaz yakalılar.
Aldıkları yarım yamalak burjuva eğitimi, sistemin yönlendirdiği entelektüel
sermayeleri, görece aldıkları üç-beş kuruş fazla ücret, kol gücü ile iş
yapmadıkları için şişen göbekleri, bilgisayarları, akıllı telefonları ve
taksitle alıp faizini ödedikleri otomobilleri sayesinde gözleri kör olan beyaz
yakalıların hemen hepsi sistemin demokratik ve eşitlikten yana olduğu, mevcut
sistemde bütün dünyaya barışın gelebileceği, ekonominin, sağlık sisteminin,
kadın sorununun, eğitimin, ulusal sorunların eğer “istenirse”
düzeltilebileceği, sorunun sistem sorunu değil, sistemi yöneten hükümetler sorunu olduğu yalanıyla uyutulmuş durumdadırlar.
BEDAŞ direniş çadırına giren
her insan hemen şu soruyu soracaktır: Çadırda toplam 7-8 işçi oturmuş çay içip
sohbet edip beklerken, yanlarında destekçileri olan kadınlar ve çocukları ile onurlu
bir “duruş” sergilerken; BEDAŞ binasının kapısının önünde neden bir zırhlı
araç ve 50 civarında çevik kuvvet polisi hazır beklemektedir? Bu polisler orada
tam olarak neyi korumaktadırlar? Ve en
önemlisi kadınlı çocuklu toplam 10 kişi için 50 tane eli silahlı polisin
bekliyor olmasının anlamı nedir?
Eğitim, sağlık, emeğimiz
karşılığında hiçbir güvencemiz olmadan karın tokluğuna çalıştırılıyor olmamız,
sistemin savaşlar da dahil olmak üzere hiçbir sorunu çözemiyor olmasının
sonucunda standart her insan bu sistemin sorunlu olduğunu ve değiştirilmesi
gerektiğini idrak edebilir. Ancak halen sistemin sağlıklı olduğu ve birkaç
iyileştirme (reform) ile düzeltilebileceğini iddia edenler için birkaç örnek
daha vermek istiyorum.
Sistemi savunanların en tipik
argümanı kapitalizmin sürekli geliştirdiği rekabet koşullarında daha iyi
ürünleri üretmek için yarış halinde olduğu ve bu yarıştan toplumun
yararlandığı, teknolojinin insanlık adına sürekli ilerlediği ve kapitalizmin
insanlığa sürekli olarak yeni ürünler geliştirdiği yalanıdır.
İşim gereği uzun yıllardır
sürekli çok çeşitli sektörden kurumları ziyaret ediyorum. Bu kurumların
piyasada hayatta kalmak için sürekli olarak rakiplerine oranla pazar paylarını
nasıl arttırabileceklerini, karlarını nasıl en yüksek seviyeye çekebileceklerini
düşündüklerini ve maliyet avantajı sağlayan her şeye deli gibi yatırım
yaptıklarını biliyorum.
Geçenlerde Türkiye’nin en büyük süt ve süt ürünleri
üreticilerinden birini ziyarete gittim. Üretimde yapılan operasyonları
bilgisayar ortamıyla entegre ederek üretimlerini takip edebilme, üretim
hattının aksaklıklarını bularak daha hızlı üretim yapmanın arayışı
içerisindeler. Toplantı sırasında bana üretim süreçlerinden biraz bahsettiler;
süt ve süt ürünü üretimi gerçekten çok zorlu. Bir kere üretim planlamaları
günlük olarak yapılıyor. Yani her sabah o gün için ne kadar süt üretileceği,
üretilen sütlerin son kullanıcıya nasıl ulaştırılacağıyla ilgili her gün yeniden
plan yapmak zorundalar. Ve söylediklerine göre bütün bu işleri 24 saat
içerisinde yaparak en ücra yerlere bile sütleri taze olarak teslim
ediyorlarmış. Bana övünerek “Bizim süt kutularımızın üzerinde sadece son
kullanma tarihi değil, aynı zamanda üretim tarihi de basılır. Bunu yapan tek süt
üreticisi biziz. En taze sütleri biz üretiyoruz” dediler. “Peki bozuk sütler?
Onları ne yapıyorsunuz? Ve toplam üretiminizin ne kadarı tüketilemeyerek çöpe
gidiyor?” sorusuna, “Onu hesaplamak zor, ama tahmini olarak yıllık üretimin % 10’u
tarihi geçtiği için iade ediliyor” dediler.
Türkiye’deki bütün süt
üreticilerini göz önüne getirin. Hepsi birden kendisi için günlük planlama yapıyor, hepsi birden
aynı pazara süt üretiyor, hepsi birden 24 saat içerisinde yeniden süt üretiyor
ve toplam süt üretiminin büyük bir kısmı çöpe gidiyor. Neden? Çünkü bütün süt
üreticileri birbirinin rakibi. Hepsi çok fazla süt üretip marketlere,
bakkallara ulaştırmak zorunda. Hepsi kar etmek zorunda. Birbirlerinden
habersiz, delicesine bir kar etme hırsıyla aynı pazara ihtiyacının çok üzerinde
süt üretiyorlar. Merdiven altı üreticileri, kapı kapı gezen sütçüleri de
toplayınca israfın boyutlarını tahmin etmekte zorlanıyorum. (Kapitalizm ve planlama konusunda, bkz. Bilimsel Sosyalizm: Mit mi, Gerçek mi?)
Bunun yerine bütün süt üreticiler yekvücut olsa ve sadece ihtiyaç duyulduğu kadar süt üretilse, belki süt
üretimi azalmayacak. Süte parası yetmeyen ailelerin çocukları süt içebilecek.
Daha sağlıklı büyüyebilecekler. Ama mevcut sistem süt sorununu çözemez! Çözmeye
kalktığında çocuklar bozuk sütten zehirlenirler!
Mevcut sistem teknolojiyi
geliştirmez, aksine yavaşlatır. Bugün mühendislik, sanat, spor, sağlık gibi
özel alanlar neden küçük bir topluluğun ilgi alanıdır? Soruyorum: Edison
elektriği bulduğunda bu teknolojiyi alıp bir servet sahibi olmayı mı
hedefliyordu? Kar amacının olmadığı, herkesin istediği alanda uzmanlaşabileceği
bir dünya düşünün... Çocukluğumdan beri resme ilgim var. Hiçbir zaman
resim çizmeye tam manasıyla eğilemedim. 19 yaşındayken bir mağazada
tezgahtardım. Gece 10'da işten çıkıp eve geldiğimde portreler çizerken yetenek
sınavlarına girmeye karar verdim. Bunun için çok sıkı çalışmak gerekiyordu ve
ben ailemin yanında yaşadığım için işi bırakma lüksüne sahiptim. Ailem sınav masraflarımı
kendim karşılamam karşılığında işten çıkmama izin verdi. Bir hafta sonra istifa
ettim. Alacağım son maaş ile yetenek sınavlarının ücretlerini yatıracak, 2 ay
boyunca günde 8 saat resim çizerek sınava girecektim. Şirket istifamı kabul
etti, son maaşımın üçte ikisini vermedi. Kasada açık vermişim!
Sınavlara giremedim ve ressam
olamadım. O zamanlar bu çarpıklığa bir anlam veremiyordum. Kaderciydim.
Şükürcüydüm. Yeni bir iş bulup açık öğretime kayıt yaptırdım.
Şimdi başıma, başımıza gelen
her şeyin anlamını çok iyi biliyorum. İçinde bulunduğumuz bu dünya, adını
koyalım, kapitalizm gerici bir sistemdir. Kafamızı hangi yöne çevirsek
sistemin çarpıklığına dair yüzlerce, binlerce örnek görebiliriz. Ve bu pislikten
çıkmanın bir yolu var: Din, dil, ırk, renk, ulus, yaka vb. ayırt etmeksizin tüm işçi sınıfının kapitalizme karşı yürüteceği sınıf mücadelesi!