17 Şubat’ta, son bir yıl içinde
gerçekleşen beşinci bombalı saldırıyla (Diyarbakır, Suruç, Ankara Garı,
Sultanahmet ve yine Ankara) karşı karşıya kaldık. Genelkurmay Başkanlığı’na 300
metre, TBMM'ye 500 metre yakınlıkta saldırı gerçekleşti. Her zamanki gibi önce
yayın yasağı geldi, ardından savaş çığırtkanlığı...
Erdoğan saldırıdan sonra şu
açıklamada bulundu: "Birliğimize, beraberliğimize, geleceğimize yönelik
olarak sınırlarımızın dışında ve içinde gerçekleşen saldırılara misliyle
karşılık verme konusundaki kararlılığımız, bu tür eylemlerle daha da
güçlenmektedir. Türkiye'nin meşru müdafaa hakkını, her zaman, her yerde ve her
durumda kullanmaktan çekinmeyeceği bilinmelidir." Saldırının faili olarak
YPG gösterildi. YPG'den buna yalanlama geldi. Türkiye bu saldırıyı YPG'nin
yaptığını uluslararası kamuoyuna kanıtlayamadı. Ardından TAK saldırıyı üstlendi.
Bombalı saldırılar politik
hayatın sıradanlaşan bir parçası haline geldi. AKP siyasi arenada ne zaman
çıkmaza ve zora girse, savaş politikaları, bombalı intihar saldırılarıyla kendine
politik arenada alan açmaktadır. İşçi sınıfının katliam ve kıyımla yazılı
tarihinden öğreniyoruz ve biliyoruz ki, büyük usta Lenin’in de dediği gibi
"hiçbir diktatör iç savaş çıkarmadan gitmez.”
AKP hükümeti, Halep-Türkiye
arasındaki geçiş hattının kapandığı, YPG'nin Rusya ve ABD'den açık destek
aldığı, Erdoğan'ın Suriye politikasının çıkmaza girdiği bir dönemde bu saldırıyla
başkanlık, Kürt hareketini sindirme ve Suriye üzerindeki emperyalist emellerini
daha yüksek sesle dile getirmeye başladı. Altı ay içerisinde Kürdistan'da yedi il yirmi bir ilçede süren çatışmalar sonucunda binden fazla kişi devlet
terörüne kurban gitti. 200 bin kişi evlerinden göç etmek zorunda bırakıldı.
Erdoğan’ın başkanlık hırsı, Kürdistan'da sömürgeci savaş politikaları,
Suriye'ye dönük emperyalist hedeflerinin tüm iştahıyla artması, onu ölüm
makinesine çevirmiştir. Böylece diktatör, ölümler ve katliamlar üzerinden
toplumu kutuplaştırmakta, savaş propagandası birimine dönmüş olan medyası
aracılığıyla, militarist, faşist, ırkçı bir rüzgâr estirmektedir.
Neoliberal saldırganlığın ülke
sınırları içerisindeki en iyi uygulayıcısı bugün AKP hükümetidir, tüm bu olup
bitenlerse, diğer nedenlerin yanı sıra, kapitalizmin dönemsel krizlerini
emperyalist savaş üzerinden çözmeye çalışmasıyla açıklanabilir. Savaş işçi
sınıfına, çok daha yoğun emek sömürüsüyle birlikte, daha fazla baskı ve kıyım
getirir. Erdoğan diktatörlüğü, her geçen gün daha fazla artan bir otoriter
yönetim anlayışıyla yalnızca ülke içinde değil, ülke dışında emperyalist
hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Savaş endüstrisi için hayati önem
taşıyan insan gücünü bu sisteme işçi sınıfı sağlamaktadır. Fakat emperyalist
savaş gündeme geldiğinde zaten çok kısıtlı olan grev, toplu sözleşme ve sendika
kurma hakkı da askıya alınacak. Zaten ülkede yasal grevlere sadece toplu
sözleşme dönemlerinde ücretler konusunda bir uzlaşmazlık çıktığında izin
verilmektedir. Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında metal işçilerinin büyük grev ve
direnişleri başta olmak üzere Greif süreci de işçi sınıfının yasallığı aşan fiilî ve meşru mücadelesi üzerine inşa edilmişti.
Adı bugüne dek “düşük yoğunluklu çatışma” olsa da ülke sınırları içinde bir iç savaş yaşanmakta. Bununla birlikte sermayenin çıkarları için gerçekleştirilecek bir sınır dışı müdahale -daha açık bir deyişle Suriye topraklarına bir müdahale- gerçekleştiği zaman işçi sınıfının en küçük bir hak arama talebi de “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yasadışı ilan edilecek, vatan hainliğiyle mahkûm edilecek, dahası protestolar kıyım ve kanla bastırılacaktır.
Adı bugüne dek “düşük yoğunluklu çatışma” olsa da ülke sınırları içinde bir iç savaş yaşanmakta. Bununla birlikte sermayenin çıkarları için gerçekleştirilecek bir sınır dışı müdahale -daha açık bir deyişle Suriye topraklarına bir müdahale- gerçekleştiği zaman işçi sınıfının en küçük bir hak arama talebi de “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yasadışı ilan edilecek, vatan hainliğiyle mahkûm edilecek, dahası protestolar kıyım ve kanla bastırılacaktır.
Bu yüzden biliyoruz ki: "Gerçek
düşman içeride!"
Ülkeyi kan gölüne çeviren Erdoğan
diktatörlüğü, gerçek düşmandır. Zenginlerin saraylarına savaş, yoksulların
evlerine barış istiyoruz, ama kalıcı bir barış, yalnızca, işçi sınıfının
sömürü düzenine son vermesiyle hayata geçebilir.
İşçi sınıfı ve ezilen emekçi
kitleler olarak, mücadelemizi kendi ülkemizdeki kapitalist-emperyalist
egemenliğe karşı örgütlemeliyiz. Kendisine karşı savaşmamız gereken düşman, ülkemizdeki
bu sınıf düşmanımızdır. Yani Erdoğan diktatörlüğüdür. Aksi takdirde, kendi
varoluşumuzun yıkımını izlemek zorunda kalacağız.
Ya sosyalizm ya barbarlık!
Bursa’dan İMD’li Bir İşçi