30 Aralık 2015 Çarşamba

Ülkede Yangın Var! Duyan Var mı?


7 Haziran seçiminde aldığı yenilgiyi hazmedemeyen ve seçimlerin sonucunu (“milletin iradesini”) kabullenemeyen AKP, ülkenin doğusunun yanı sıra batısında da gözünü kırpmadan bomba patlatarak, insanların, özellikle Kürt halkının gözünü korkutmayı başarabildi ve sözde istikrar nidalarıyla 1 Kasım’dan “zaferle” çıktı. Kazandığı her oyda Suruç, Ankara ve Kobane’deki ve daha nice yerdeki insanların kanının olduğunu unutmamak gerekiyor.

Silvan’da, Cizre’de, Sur’da, Nusaybin’de sokağa çıkma yasaklarıyla katliamlarını gerçekleştirmeye devam eden AKP; genç, yaşlı ve çocuk demeden insanları gözaltına alıyor. Bugün o coğrafyaya baktığımızda 90’lı yıllardan bir farkı olmadığını görebiliyoruz. En son Tahir Elçi’nin katledilmesi bunun en kötü örneklerinden biridir. Evleri paramparça eden, camileri yakan, şehirlerde silahlarla halkı korkutan ve onların en temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak bir duruma getiren AKP, Kürt illerini tamamen kontrolü altına almak ve 7 Haziran’da uğradığı hezimetin acısını kerte kerte çıkarmanın peşinde. 

Her gün ülkenin doğusundan yangın haberleri geliyor. Batının sessiz kaldığı bir zamanda ne yapmak gerekiyor? Ülkenin doğusunu batısından ayrı görmek, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın düşüncesiyle yaşamak daha ne kadar sürecek? Bunun için aslında cevap belli: Doğru ve sağlam bir mücadele! Her yerde ve her zaman doğuda yaşanılanları anlatmak, oradaki katliamları duyurmak, yapılan zulümleri deşifre etmek gerekiyor.

Ankara’da yaşanan patlama gösterdi ki, sadece doğu değil, sadece Kürt halkı değil, ülkenin her yeri tehlike altında. Bugün dünyanın birçok yerinde (ki bunun en büyük örneği Paris’tir) [1] patlamaların, saldırıların ardı arkası kesilmiyor. Eskiden belki de sadece devrimcilerin katledildiği bir dünya artık halkın her kesimini tehdit eder oldu. Sadece kendi emperyalist çıkarları uğruna savaş başlatanlar, insanları topraklarından edenler, sözde kendi halkını ve kendi ülkesini kurtarmanın peşinde olduğu yalanlarını bir bir sıralamaya başladı bile. Kendi ülkelerine saldırı gerçekleştiğinde herkesten fazla aslan kesilenler, yıllardır Ortadoğu’da katliam yapıyordu. Bugün hizmetkârdan efendiye dönüşen IŞİD vahşeti her gün gözümüzün önünde gerçekleşiyordu. Peki, buna ses çıkaranlar kimlerdi? Kadınların tecavüze uğradığı ve köle pazarlarında satıldığı; çocukların, gençlerin ve yaşlıların katledildiği günlerde bu ülkeler neredeydi? Kendisine dokunulduğu andan itibaren IŞİD’e karşı savaş başlatmak ne kadar inanılır ve gerçekçi? TC’nin sınırına kadar gelip, askerle karşılıklı poz veren bu canilere neden daha önce hiçbir şey yapılmadı? Madem yapılmadı neden yapanlara karşı bir cephe oluşturuldu? Bu ve bunun gibi birçok sorunun cevabını hepimiz o kadar iyi biliyoruz ki… Kendi çıkarları uğruna besledikleri bu örgüt şimdi silahlarını, onları besleyenlere de döndürdü. Görünen o ki IŞİD gibi örgütler ne ilk ne de son olacak.

Cizre’de günlerdir hatta aylardır uygulanan sokağa çıkma yasağına bir yenisi daha eklendi. İlçede görev yapan öğretmenlere orayı terk etmelerini isteyen mesaj gönderen TC devleti, ilçede yeni bir katliama başladı. [2] Bölgeden gelen en son haber bile yürekleri dağlayıcı: Polisin yaylım ateşinde üç aylık bebek Miray İnce ve onu hastaneye götürüp hayatını kurtarmaya çalışan dedesi katledildi!

Darmadağın edilmiş bir ilçede kendisinden başka hiçbir insanın barınmasına müsaade etmeyecek olan AKP; halkı, ilçeyi terk etmek zorunda bırakıyor. Eğitim, sağlık, barınma, yeme gibi en temel ihtiyaçların bile karşılanamaz hale getirilmesiyle ilçede yaşam gittikçe zorlaşıyor. Açık bir şekilde yok etme ve kimsesizleştirme politikasıyla ilçeyi yaşanmaz hale getirmeye çalışıyor. 

Diyarbakır’da, Şırnak’ta, Van’da ve daha pek çok Kürt ilinde, burjuva devletin zulmüne karşı verilen mücadelede biz hangi tarafta olmalıyız? Kürt politikasıyla, medeniyetin en eski yerleşim yerlerinden olan bu şehirleri yakıp yıkan devlet zulmüne karşı bizim tavrımız ne olacak? “Kürtler ülkeyi bölmeye çalışıyor” diyenler şu an ülkenin çoktan bölündüğü, doğunun hiçbir hükmünün kalmadığını göremiyor mu? “Ülke bölünmesin”ciler orada yaşanan katliamlara daha ne kadar sessiz kalabilecek? “Biz birlikte yaşamak istiyoruz, barış istiyoruz, hepimiz kardeşiz” diyenlere karşı daha ne kadar ellerimiz havada bekleyeceğiz?

Görünen şu ki doğuda başlayan ateş batıya da çoktan sıçradı. İstanbul’un göbeğinde evlere baskın yapıp, sözde bahanelerle devrimciler, muhalifler, Kürtler katlediliyor. Daha yeni Dilek Doğan’ı katleden polislerin görüntüleri ortaya çıktı. Bu eli silahlı caniler kendilerine sadece galoş giymesini söyleyen gencecik bir kadını katletti. Ne zaman haberleri izlesek mutlaka bir yerlerde buna benzer bir durumla karşılaşıyoruz.

Biz Marksistlerin yapması gereken susmak olmamalı. Aksine herkesten daha çok sesimiz çıkmalı, ses çıkarmayanlara tüm olanları duyurmalıyız. Sokaklarda, iş yerlerinde, tüm sosyal mecralarda hattâ parklarda bile bu katliamları teşhir etmeli, orada yaşam savaşı veren Kürt halkıyla bütünleşmeliyiz. Her sessiz kaldığımız dakikada orada insanlar öldürülüyor. Açlıkla, soğukla ve hastalıkla baş etmek zorunda kalan Kürt kardeşlerimizin çığlıklarına kulaklarımızı tıkamak artık mümkün değil! Bunlar için sadece gerçekleri görmek ve duymak istemek yeterli.

Notlar:


                                                                                                   İstanbul’dan İMD'li Bir Kadın İşçi

20 Kasım 2015 Cuma

Dicle Deli Yoldaş İçin Bir Devrimci Dayanışma Örneği


DİP'li bir yoldaşımız 10 Ekim’de, Ankara Katliamı’nda kaybettiğimiz Dicle Deli yoldaşımızın gölge resmini yapıp bize aşağıdaki notla birlikte sundu. Bu ince, duyarlı, devrimci dayanışma için kendisine teşekkür ediyoruz.


Dicle Deli’yi bir devlet katliamı sonucu kaybettik. Hem de bu topraklarda devlet terörünü ve Erdoğan’ın savaşını lanetleyeceğimiz bir mitingin ortasında, Ankara’da, bütün dünyanın gözü önünde.

Ankara’dan, Suruç’tan, Kobane’den, Gezi’den … kaybettiğimiz yoldaşlarımız oldu.

Size Dicle’nin bir resmini yaptım, gölgesi bizim mücadelemize düştü.

Dicle’yi hiç tanımadım, ama biliyoruz ki, hepimiz aynı gökyüzüne bakıyorduk.

Şimdi Dicle gökyüzünden bakıyor bize. Biz de yeryüzünde var oldukça mutluluğun resmini yapmaya devam edeceğiz

19 Kasım 2015 Perşembe

Kapitalizm ve İklim Değişikliği

1980'lerle beraber, kapitalizmin Soğuk Savaş döneminden galip çıkmasıyla birlikte neoliberal saldırılar dünya çapında hız kazandı.

Neoliberal politikaların dizginsizce hayat bulması, insanlığın önüne küresel ısınma, çevre, ekolojik çöküntü gibi felaketleri getirdi. Deniz seviyelerinin yükselişi, buzulların önemli oranda erimesi, okyanus derinliklerindeki sıcaklık artışı küresel ısınmanın en açık göstergeleridir.

Küresel iklim değişikliği dünya ölçeğinde ciddi tehditler oluşturmaktadır. Biyoçeşitliliğin hızla azalması, toprak erozyonu, toprak bozulması, ozon tabakasının delinmesi, su kaynaklarının azalması ve kirlenmesi, hava kirliliği, asit yağmurları, nükleer atıklar vb.

Özellikle son on yıldaki sıcaklık artışı, dünya tarihi boyunca kaydedilmiş en yüksek sıcaklıktır. Küresel ısınma, iklim değişikliği sorunu zaman zaman burjuvazinin gündeminde yer almaktadır. Gerek BM genel toplantılarında gerekse de liberal sivil toplum örgütlerinin düzenlediği etkinliklerde geniş kitlelerin gündeminde bu sorun yer ediliyor.

İlk olarak 1990 yılında BM genel kurulu tarafından İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi için hükümetler arası müzakere komitesinin oluşturulmasına karar verdi. 1992 yılında BM tarafından kabul edilmesiyle 154 ülkenin imzasıyla İklim Değişikliği Çevre Sözleşmesi imzalandı. 1997 yılında ise Kyoto protokolü imzalandı, Rusya'nın da taraf olmasıyla 2005'te yürürlüğe girdi. Bu protokolün temel amacı kapitalizmin dizginsiz şekilde çevre talanına bir sınır koyma iddiasıdır.

Burjuvazi, ekolojik krizin nedenini, kapitalizme toz kondurmadan, bireylerin bilinçsiz davranışlarına indirgiyor. Sivil toplumcu ve çevreci hareketler de, bundan farklı bir çözüm yöntemi sunmuyor. Burjuvaziden çevreyi ve doğayı koruyan, denetleyen yasalar çıkarmasını bekliyor. Oysa burjuvazi sinekten yağ çıkarırcasına, yarattığı çevre krizinden bile yeni bir "yatırım alanı" olan Karbon Ticareti ya da Karbon Borsası yaratarak çıkmaya çalışıyor. Yani krizi nasıl fırsata çevireceğinin planını yapıyor! 

Şurası su götürmez bir gerçektir ki; ekolojik sorun asla doğa ya da insanların bilinçsizliğiyle açıklanabilecek bir sorun değildir. Üretim araçlarını elinde bulunduran sermaye sınıfının sonu gelmez kâr ve rekabet hırsının sonuçlarıdır. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet, toplumsal mülkiyete dönüşmedikçe insan da, doğa da, hayvanlar da kurtulamayacaktır.

Ekoloji sorunu salt bir çevre sorunu değildir. İklim dengesizlikleri, kapitalizmin  işleyişinden ve sınıf mücadelesinden bağımsız olarak ele alınamaz. Kapitalizm aşılmadan bu sorunda nihai çözüme kavuşulamaz.

Kapitalizm öldürür kapitalizmi öldürelim!!!


                                                                                                      Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

İnsanca Yaşanacak Bir Asgari Ücret İçin Mücadeleye!


Milyonlarca işçinin hayatını belirleyecek asgari ücret belirleme dönemi yaklaşıyor. Seçim öncesi tüm partilerin vaatleri arasında yer alan asgari ücret zamında, en düşük vaadi veren AKP oldu. 7 Haziran seçimleri öncesi AKP, asgari ücrete zam vaadinde bulunan siyasi partilere kaynak yokluğundan dolayı zam yapılamayacağını savunmuştu. 7 Haziran yenilgisinden sonra "kaynak" bulan AKP tek başına iktidara gelmesi durumunda asgari ücreti 1300 TL yapacağı vaadinde bulundu. 1 Kasım seçimlerinden hemen sonra ise ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Ali Babacan'dan hızlı bir manevra geldi: "Biz 1300 TL yapacağız demedik, asgari ücret komisyonuna önereceğiz dedik."

Asgari ücret emeği ile geçinen milyonlar için hayati önemdedir. Çünkü asgari ücrete gelen zam miktarı ile kendi geçimini ve ekonomik planını yapacaktır. Zam miktarı, sadece asgari ücret alan işçileri ilgilendirmemektedir. Tüm işçilerin yıllık zam miktarı asgari ücrete yapılan zam miktarı baz alınarak yapılmaktadır.

Asgari Ücreti Kim Belirliyor?
Asgari ücret zam miktarı için her yıl hükümet, asgari ücret komisyonu oluşturmaktadır. Bu komisyonun üyeleri, asgari ücret ile geçinen emekçilere tamamen yabancıdır.

Komisyonda devlet, patron ve işçi temsilcileri yer almaktadır. Devlet kanadından, Çalışma Bakanlığı'nın beş bürokratı; patron kanadından, ülkede en çok üyeye sahip patron örgütünün beş temsilcisi; işçi kanadından, ülkede en çok üyeye sahip işçi sendikasının beş temsilcisi yer almaktadır. İşçi temsilcisi olarak her yıl hükümet ve patron güdümlü sendikacılık yapan Türk-İş yer almaktadır. Her yıl benzer bir tiyatro oynanır. Hükümet patronla önceden belirlediği sefalet ücretini önerir. Patron temsilcisi yaygara koparır, “batarız, ücret ödeyemeyiz” diye. Zam miktarını hükümetin belirlediği miktarın çok altına çeker. Türk-İş bürokratları ise göstermelik muhalefet eder. Sonunda hükümetin belirlediği rakamın biraz altında bir zam gelir. Milyonlarca işçinin kaderini belirleyen bu zam miktarında, işçiler söz sahibi değildir. Onlar adına başkaları sefalet ücretlerini belirler. Türk-İş araştırmalarına göre, Ekim ayında 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 4473 liradır. Asgari ücretin 1300 lira olması bu sefaleti değiştirmeyecektir.

Geçtiğimiz kış mevsiminde doğalgaz ve elektriğe %9, kırmızı ete %20, mercimeğe %80, pirince ve bulgura % 80 zam yapıldı. 2015 yılı sonunda enflasyon beklentisi %9.7 olarak belirlenmektedir. Sarayın sofrasını süsleyen bardakların tanesi 1.000 lira iken, patronlar her gün zenginliğine zenginlik katarken, biz işçiler her geçen gün daha fazla yoksullaşıyoruz. En çok vergi miktarını asgari ücret ile geçimini sağlamak zorunda kalan işçiler ödemektedir. Ödediği vergilerden hiçbir doğru düzgün hizmet alamamaktadır.

Asgari ücret komisyonu işçileri aldatan danışıklı dövüş oyunudur. Hiçbir meşruluğu yoktur. Burjuva hükümetlerden insanca bir asgari ücret beklemek, büyük hayal kırıklığı dışında hiçbir şey getirmez.
İnsanca bir asgari ücret, işçi sınıfının topyekûn savaşı ile kazanılır. Asgari ücret komisyonuna girmeyen sendikalar başta olmak üzere, memur sendikaları, meslek örgütleri, emek örgütleri, asgari ücret komisyonundan bir şey beklemeden, fiili bir mücadele örmelidir. İnsanca yaşayabileceğimiz bir asgari ücret için genel grev örgütlenmelidir.

Milyonlarca işçinin kaderini belirleyecek zam miktarı, hükümet, patron ve sendika bürokratlarının insafına bırakılamaz. İnsanca bir asgari ücret talebi ile milyonlarca emekçiyi bir araya getirecek bir direnişin, işçi hareketine hayati kazanımları olacaktır.

Taleplerimiz
Asgari ücret vergi dışı bırakılsın, vergiler patronlardan kesilsin.
Asgari ücret 4 kişilik bir ailenin ihtiyaçlarına göre hesaplansın.
Asgari ücret komisyonuna, sadece ülkedeki en çok üyeye sahip sendika değil, tüm sendikalar katılsın.

İnsanca bir asgari ücret, onun için savaşan işçilerle gelecek!

                                                                                            Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

Silvan’da, Silopi’de, Nusaybin’de Sermaye Devletinin Katliamı Var!

Şaibeli, tehditkâr seçim sonuçlarının ardından AKP “yeni Türkiye” için kaldığı yerden katliamlarına devam ediyor. Seçim öncesinde Van mitinginde Davutoğlu "Biz tek başımıza iktidara gelemezsek beyaz toroslar cirit atar” demişti. Bugün beyaz toroslar gitti, yerlerine zırhlı araçlar, cipler geldi. Silvan'da 6 kez sokağa çıkma yasağı ilan edildi,  12 gün sürdü. En az 7 sivil insan katledildi, 3’ü ağır yaralandı. Tekel, Konak ve Mescit mahalleri polis ve asker ablukasındaydı.

Tanklarla mahallelere saldırılmakta, 90'lı yıllarda olduğu gibi kahveler taranmaktadır. Temel gıda maddelerinin dağıtımı engellemektedir. Mahallere giriş çıkış yasağından dolayı cenazelerin defin işlemleri yapılamamaktadır. AKP seçim öncesi Cizre'de yaptığı uygulamayı, bugün Silopi'de, Silvan’da, Nusaybin’de yapmaktadır. Erdoğan diktatörlüğü Kürdistan'da devletin sömürgeci geleneğini en sert şekilde devam ettirmektedir. Kendi diktatörlüğünü kalıcılaştırmak için, Kürdistan'da oy alamadığı bölgelerde katliam girişimlerinde bulunarak, korku imparatorluğunu büyütmeye çalışmaktadır.

Sermaye devletinin katliamlarının önlenmesi için Silvan, Silopi ve Nusaybin halkıyla geniş, kitlesel, dayanışma eylemleri örgütlenmelidir. Sarayın savaş politikasına karşı her platformda uzlaşmaz şekilde savaşılmalıdır. Erdoğan'ın ve sermayenin savaş politikası yönetememe krizinin göstergesidir. Yönetememe krizinin, ekonomik krize dönüşmesi kaçınılmazdır.

İşçi sınıfının güncel ekonomik sorunlarını, sarayın savaş politikalarına bağlayan bir muhalefet örülmesi, halkların kardeşliğinin teminatıdır.

Halkların savaşına sınıfların barışına hayır!


                                                                                Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

7 Kasım 2015 Cumartesi

“En Yoksul Devlet Başkanı” Türkiye'de

Dünyanın en yoksul devlet başkanı olarak bilinen eski Uruguay devlet başkanı Jose Mujica Türkiye'ye geldi. CHP'nin konuğu olarak İstanbul'a gelen eski Uruguay başkanına yoğun bir sempati duyuldu. Malum, Türkiye'deki politikacıların yaşamlarına hiç benzemeyen bir yaşamı vardı. 

Ayakkabı kutuları, 1000 odalı saraylar, yolsuzluk dosyalarına alışık olduğumuz devlet başkanı profiline hiç uymuyordu. Ana akım medyada hatta sol medyada da sürekli olarak onun mütevazı yaşamını, paraya önem vermeyen duruşu anlatıldı. Devlet başkanlığına tahsis edilen konut yerine kulübede kaldığı, makam aracı yerine bisiklet kullandığı, 12 bin dolara tekabül eden maaşının %90'nı yoksullara bağışladığı, sürekli olarak anlatıldı. 

İlk etapta bakıldığı zaman, iyi niyet göstergeleriyle dolu, örnek gösterilecek ideal devlet başkanı imajı çizmektedir. Lakin gözden kaçırmamamız gereken esas gerçek şudur: Devlet başkanının bireysel olarak lüksten kaçması, Uruguay burjuvazisinin lüksten kaçtığı anlamına gelmiyor. Maaşının yüzde 90'nı yoksullara bağışlaması, yoksulluğa sebep olan sömürücü kapitalist sınıfa bir darbe vurmuyor. Tam tersine, Uruguay devletinin sahibinin sermaye sınıfı olduğu ve dünyanın en yoksul devlet başkanının da o sınıfın temsilcisi olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hatta bu durum sisteme öfkeli Uruguay emekçilerinin düzenle barıştırmak için kullanılacak iyi bir argüman olarak dahi kullanılabilir: "Evet biz yoksuluz, fakat devlet başkanımız bizden daha fazla yoksul, o halde devlet yoksullardan yana."

Devlet Başkanı ne kadar lüks yaşamdan kaçarsa kaçsın, iktidarda sermaye sınıfı olduğu sürece, küçük bir azınlık çoğunluğun yoksulluğu üzerinden büyüyecektir, zenginleşecektir. Tüm üretim araçları ve yönetim organları işçi sınıfının denetiminde olmadığı sürece, devlet başkanının mütevazı bir hayat sürdürmesi hiçbir şeyi değiştirmez. Sadece sınıfsal farklılıkların üstünün kapanması için bir örtü görevi görür

                                                                                                  Bursa'dan İMD'li Bir İşçi





Kapitalizm Ve Trafik Kazaları

Gün geçmiyor ki, trafik kazası haberi almayalım.

Bu, yıllardır ana akım medya haberlerinden eksik olmayan bir durumdur. “Trafik canavar”ı o kadar büyüyor ki, doğaya ve insana verdiği zarar bir savaştaki zararlardan eksik kalmıyor.
Sadece 2015 yılının ilk 6 ayında ölü sayısı 871, yaralı sayısı 134.491.

Her yıl kaza oranında, ölü ve yaralı oranlarında periyodik olarak artış olmaktadır. Yetkililer kazaları; sürücü hatası, dikkatsizlik, alkollü araç kullanma gibi nedenlere bağlamaktadır. Oysa bu sorunun ana kaynağı olan kapitalistlerin kâr hırsı hiç ele alınmıyor. Güya toplu ulaşımı özendirmek gibi söylemler ve yeni yollar yapmak dışında, alternatif kalıcı bir çözüm üretilmiyor.

Üretim araçlarının hızlı şekilde gelişmesiyle birlikte, ulaşım araçları da hızlı şekilde gelişti. Her gelişmede olduğu gibi, ulaşım araçları da, sermayenin tekelindedir. Sermayenin kâr hırsı otomotiv sanayisini geliştirdi. Otomotiv sanayinin sürekli büyümesi, duble yol yapımını beraberinde getirdi. Yol ve köprü yapımları çevre katliamlarına sebep olmaktadır. 

Otomobil kullanımının yaygınlaşması, “trafik canavarı”nı büyütmektedir. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş'ın bu konu ile ilgili yaptığı açıklama, kapitalizmin bu soruna yaklaşımının en açık göstergesidir: "Trafik sorununu çözmek mümkün değildir. Bu sorun İstanbul'da yaşamanın bedelidir. Yeni yollar yapmak zorundayız, fakat bu yollar da yeni otomobillerin yola çıkışını kışkırtacak, ayrıca nüfusun hızla artmaya devam etmesiyle aynı noktaya döneceğiz. Halkımız bu sorunla yaşamayı öğrenmelidir. "

12 Eylül faşist darbesinden sonra iktidara gelip, Türkiye'yi sermaye için dikensiz gül bahçesine çeviren Özal hükümetinin en büyük başarısı otobanlar olarak sunuldu. Bu dönemde otomobil tekellerinin ülkeye girişinin önündeki engeller kalktı. Tıpkı bugün Erdoğan'ın seçim dönemlerinde en büyük icraat olarak, yaptırdığı yolları sunması gibi. Yapılan her yol önce çevreyi, doğayı katlediyor; ardından yolları dolduran bireysel ulaşım araçları trafik katliamlarına neden oluyor. İstanbul Boğazı’nın üzeri köprülerle kapansa, tüm yeşil alanlar yol olsa, yine de trafik sorunu çözülmez. Çünkü otomotiv patronları kâra doymaz.

Trafik Sorunu Nasıl Çözülür?
Trafik sorunu kapitalist sistem içinde çözümü kolay kolay mümkün olamayacak bir sorundur. Kapitalizmin doğası gereği toplu ulaşım yerine, bireysel ulaşımı dayatılmaktadır. Türkiye'de yıllarca toplu ulaşımın ucuz ve en az kaza riski olan demir yolları komünist işi olarak tanımlanmış ve küçümsenmiştir. Demiryolu ve toplu ulaşım araçlarına yönelim olmamıştır. Kapitalizm içinde çözümü hayal gibi görülen trafik sorunu, tam anlamıyla ancak işçi sınıfının iktidarı altında çözülebilir. Trafik sorunu tamamen ulaşım araçlarının üzerindeki özel mülkiyet sorunu ile alakalıdır. Bireysel ulaşım yerine, toplu ulaşımı yaygın hale getirip, otomotiv sanayi ve kara yolu yapımına harcanan para, demir yoluna harcansa; ucuz, hızlı, kaza riski az, güvenli bir ulaşım sağlanmış olur. Ne trafik kazalarındaki ölümler ne de duble yollar için katledilen doğa olur.

                                                                                   Bursa'dan İMD'li bir işçi

6 Kasım 2015 Cuma

TÜYAP Yolcusu Devrimcinin Kitap Listesi - 2



Yine TÜYAP geldi, yine bir yığın yol tepeceğiz, yine köprüde “yıkılır da ölür müyüz acaba!” korkusu yaşayacağız ve yine gittiğimize değmeyecek berbat indirim rakamlarıyla “keşke gelmeseydim de internetten alsaydım” diyeceğiz. Ama olsun, kitap fuarının havası bile yeter. Bu ülkede gidilecek, mutlu olunacak kaç yer kaldı ki? 
Naçizane öneriler:
 
1-  Lenin külliyatı (Agora kitaplığı, indirimleri iyi, şiddetle tavsiye!)
2-   Marx-Engels çevirileri (Sol Yayınları, indirimleri iyi)
3- Hayatım, Sürekli Devrim ve Rus Devrim Tarihi v.d. Lev Troçki (Yazın Yayıncılık)
4-  İştirakiyuncular, Komünistler ve Paşa Hazretleri, Emel Akal; E. H. Carr kitapları (Marx biyografisi hariç) (İletişim Yayınları)
5- Mekanın Üretimi ile Gündelik Hayatın Eleştirisi, Henri Lefebvre (Sel Yayıncılık)
6- Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi, G.E.M. de Ste. Croix; Sermaye İmparatorluğu ve Kapitalizmin Arkaik Kültürü, Ellen Meiksins Wood; Kapital, Karl Marx (Yordam Kitap)
7- Bolşevik Devrimi, E.H. Carr; Düşünen Sazlık, Boris Kagarlitski ve David Harvey şehir kitapları (Metis Yayınları)
8-  İhanete Uğrayan Devrim, Lev Troçki (Alef Yayınları)
9- Çiğdem Dürüşken’in çevirdiği klasik felsefe eserleri (Alfa Yay., İşkültür ve Kabalcı Yay.)
10-  Eric Hobsbawm serisi, Dost Kitabevi
11- Son olarak, evrim kitapları: Evrensel Basım Yayın (mesela Evrim mi Yaratılışçılık mı?); Boğaziçi Üniversitesi Yayınları (mesela Ben Maymun muyum? Evrim Hakkında 6 Büyük Soru) ve Versus Kitap (S. Jay Gould çevirileri)

3 Kasım 2015 Salı

Şişecam'da Patronların İşçi Kıyımı Saldırısına Direnişle Cevap Verildi!

Kırklareli, Gebze, Bursa, Eskişehir, Mersin'de toplam 12 fabrikada Şişecam bünyesinde 5800 işçi çalışmaktadır. 2020 yılında sektörde dünya üçüncüsü olmaya hazırlanan Şişecam patronları, 6 Kasım 2015 günü İŞKUR ve Kristal-İş  sendikasına işçi çıkaracağını bildirdi. Mersin fabrikasında fırın kapatma bahanesiyle 200 işçinin işten çıkarılacağını duyurdu. 



İşten çıkarılacak işçiler daha çok, emekliliğe yaklaşmış, iş kazası geçirmiş, sendika ve iş yerine muhalif işçiler arasından seçilmektedir. Bunun iki nedeni vardır:  Birincisi emekliliği yaklaşmış işçilerin saat ücretlerinin fazla olması, TİS görüşmelerinde ortalama saat ücretlerini yükseltmesi. İşten çıkarılacak eski işçilerin yerine alınacak işçilerin saat ücretleri en düşük ücret olacak, bunun sonucu olarak ortalama saat ücretleri düşecek. İkinci nedeni ise, 1966'dan bu güne Şişecam fabrikalarında taban inisiyatifli grev geleneğinin olması. Emekliliği yaklaşan ve muhalif işçiler; grev ve kazanım görmüş, genç işçilere deneyim aktaracak, öncülük edecek bir pozisyondadır. Bu da patronlar için muazzam bir risk oluşturmaktadır.

Bu kıyımla birlikte, genç işçilere eskinin grev ve direnişlerini aktaracak kuşak ile bağları kesmek hedeflenmektedir. 50. yılına giren Kristal-İş sendikası, bu konuda sessizliğini korumaktadır. Patron sözcülüğü yapan bir pozisyondadır. Cam işçilerinin çok eskiye dayanan mücadele geleneği vardır. 1966, 1971, 1980 cam grevleri. 1989, 1991, 2002 Paşabahçe direnişleri, 2013 Topkapı direnişi, son olarak da bakanlar kurulu kararı ile yasaklanan 2014 cam grevi.

Cam işçilerinin bugüne kadarki tarihsel mücadelesini mercek altına aldığımızda şu sonuç çıkıyor: Cam iş kolundaki direnişlerin ortak özelliği, hareketin hep tabandan başlaması. Ayrıca bugüne kadar kazanılan hakların birçoğunun sendika bürokrasisine rağmen kazanılması. Patron ve sendika ortaklığı ile startı verilen işçi kıyımı, cam işçilerinin tabandan örgütlediği mücadele ile bertaraf edilebilir. Cam işçilerinin tarihi mücadele ve zafer ile doludur. Yeter ki eski yıllarda olduğu gibi birliği sağlayabilelim. 



Cam patronlarının 200'e yakın işçiyi işten atma kararından vazgeçmemesi üzerine Mersin’deki cam işçileri dün itibariyle fabrikalarını terketmeme kararı aldı. İçerideki işçilerle dışarıdaki işçiler karşılıklı destek sloganları attılar. 
Tüm işçi sınıfı örgütlerinin gecikmeden, cam işçileriyle ortak mücadeleye dayalı bir dayanışma sergilemeleri durumunda bu saldırı boşa çıkarılabilir, cam patronlarına cam işçisinin gücü bir kez daha gösterilebilir.



Yasasın cam işçilerinin direnişi!
Yılgınlık yok direniş var!

                                                                                        Bursa'dan İMD'li Bir İşçi

19 Ekim 2015 Pazartesi

Yoldaşını Kaybetmek…

İnsan başına gelince anlıyor yoldaşını kaybetmenin ne demek olduğunu...
Kanlı Cumartesi’de 100’ün üzerinde sınıf kardeşimizle beraber Dicle Yoldaş’ı da yitirdik.
Ben ilk defa bir yoldaşımı yitirdim.
Bilmiyordum nasıl bir acı olduğunu. 
Öğrendim...




Kendimi "devrimci" olarak tanımladığım ilk günden beri hiç tanımadığım, bilmediğim insanların acısını sahiplenmeye, gücüm yettiğince onlar için mücadele etmeye çalıştım. 
Bunu kendim için vicdani bir görev saydım. 
Ama yanı başından birini, bir yoldaşını yitirmek...
İnsan gerçekten başına gelince anlıyor...
Keşke bu acıyı hiç tatmasaydık diyeceğim ama bu ülkenin tarihi kanla, ölümle, katliamla doluyken
ve takvimin her sayfasında yitirilen bir devrimcinin adı varken ne mümkün...

Ekim'in 10. gününe
Ne yazık ki Dicle yoldaşın adı yazılacak...
Adına türküler yakılacak, şiirler yazılacak...
Devrimciler Ölmez, yoldaş
Gülüşün bize ilham olacak...
"Kanmasınlar, kanmasınlar
Bizi öldü sanmasınlar
Şahin olduk yücelerde
Söyleyin ağlamasınlar..."


İstanbul’dan İMD’li Bir İşçi

Dicle Yoldaşa Dair…

Barıştan bu kadar mı korkuyorsunuz, daha kaç insan ölecek barış uğruna?! Ankara’nın göbeğinde Diclemiz ve nice barış isteyen insan öldü,  ne için ne uğruna…

Zor biliyorum ama başka yol yok,  kandan beslenenlere savaş diyenlere karşı tek ses, tek yürek barış diyorum.



Dicle’nin ölümü ağır geldi bana, bize; bunları yaşatanlara inat inadına barış diyeceğim.

İMD’yi çok seviyorum, mücadeleye yine hep birlikte devam edeceğiz.


İyi değilim, iyi olmayacağım, iyi olmayın lütfen.

İstanbul’dan İMD’li Bir Kadın İşçi

Dicle Deli…

Baharı, çiçekleri, şiiri seven insan. Tüm sevenlerine ve insanlığa en zor vedayı yaşatan barış meleği yoldaşımız. Onu ilk tanıyışımı, son sarılışımı asla unutamıyorum, çünkü onu tanımamla birlikte olabileceği her mekânda, her eylemde, her toplanışımızda gözlerim onu arıyordu, onu tanıyan arkadaşlarıma “Dicle nerde ki, gelecek mi?” diyordum. Dicle'nin olduğu her yer farklıydı. Sohbeti, neşesi, türküsü, gülüşü, enerjisi muhteşemdi; karşısında durduğunuzda size bir sıcak sarılması olur ki bırakmak istemezdiniz ya da karşısında olmayın o illa gelir ve en muhteşem haliyle çıkardı karşınıza.



Onu en son Suruç için düzenlenen oturma eyleminde Avcılar'da tesadüfen görmüştüm. Özlemiştim, uzun zamandır görüşmemiştik; önce o sıcacık dost kucağını açar sana, hemen seni önemseyişini gösteren sorularını sorar ve yaşadığınız bir derdiniz mi var kendi derdi yokmuş gibi gelir sizinle ayrıca tasanıza ortak olurdu, yardım meleği gibi yapabileceği her şeyi yapmak isterdi. Bir taneymiş meğer...

Güzel gözlü, güzel yüzlü meleğim barış içinde uyu…

Adın gibi akacak barış, sözümüz olsun Dicle…

Diyeceğiz ki bizler de Dicle gibi, barışı getirmeye geliyoruz…

İstanbul’dan İMD’li Bir Kadın Öğrenci