5 Nisan 2016 Salı

Tam Bir Alman Disipliniyle İşten Atılmak!

Merhaba ben özel bir şirkette gazaltı kaynak operatörü olarak çalışmaktayım.

Çalıştığım işyeri, inşaat iskelesi ürettirip 94 ülkeye ihraç eden, 62 ülkede fabrikası bulunan ve 2000’e yakın çalışanı olan, tamamı Alman sermayesi, dünyaca tanınan bir şirket.

Benimle birlikte 10 kişi işe başladık. İşe girerken bizi diğer fabrika için aldıklarını söylemişlerdi. Çalışmaya başladığımız ilk gün sanki açık cezaevinde olduğumuzu sandık. Benimle birlikte samimi olduğum arkadaş kaynak yapmak için malzemeye almaya gittiğinde sanki birinden kaçıyordu, çok şaşırmıştım. Yemek molasında ne olduğunu sorduğumda “ustabaşı malzeme alırken koşmamı söyledi. Herkes bir telaş içinde” dedi. Anlamadık. “Tam bir Alman disiplini!” dedik arkadaşlarla. Açıkçası çok işyeri değiştirdim ama böylesini ilk defa görmüştüm. Ustabaşını resmen putlaştırıp tapıyorlardı.

Çok olmamıştı çalışmaya başlayalı ki, ortalıkta bir dedikodu dolaştı: Fabrikada önce sipariş yok dediler sonra işçi çıkarılacak derken, 3 günde 30 kişi işten çıkarıldı. Benimle birlikte işe girenlerden kimse kalmamıştı. İşten çıkarmalar canımı sıkmıştı. Canımı en çok yakan şey ise, samimi olduğum arkadaşın işten çıkartılmış olmasıydı.

Üstelik Pazar günü zorla mesaiye gelmiş, haftada bir kez görebildiğim yoldaşlarımı bu hafta da göremeyecektim.

Pazartesi akşam gece vardiyasına gittiğimde, kart basmadan önce, güvenlik görevlisi adımı sayıkladı. Anlamıştım sıranın bana geldiğini…

Güvenlik muhasebeye götürdü beni. Muhasebeci çıkış işlemlerimi yaptı. Döndüm muhasebeciye: "Bizleri diğer fabrika için aldınız ama daha diğer fabrika açılmadan bizi çıkartıyorsunuz” dedim. Adam “siparişler falan” deyip beni başından savurdu.

Ertesi gün internetten iş ilanlarına bakarken bizi kovan işyerinin ilanını gördüm: “24 kişi kaynakçı alınacak” diye ilan vardı.

Anladım ki, burjuvazi biz işçileri bir kâğıt mendil gibi fırlatmış, bizim yerimize başka kâğıt mendiller almıştı.

Kâğıt mendil gibi harcanmamak için örgütlü mücadele vermek zorundayız.

                                                                         İstanbul’dan İMD’li Bir Metal İşçisi

Yoksulların Kanını Emen Vampir: "Vergi"

Şubat ayının son haftası vergi haftası olarak kutlanmaktadır. Bu haftada her yıl vergi rekortmenleri belirlenir; vergi kaçakçılığına karşı mücadele nutukları atılır. Vergi vermenin temel vatandaşlık görevi olduğu görüşü algılara kazınır. Yaşadığımız ülkede 200'e yakın vergi çeşidi bulunmaktadır. Aklımıza gelebilecek her şey için vergi veriyoruz. Gıda, eğitim, barınma, ulaşım, kültür- sanat ve daha birçok kalemde vergi ödemek zorundayız.

Kapitalist sistemde devletin en temel gelir kaynağı işçi sınıfından gasp edilen vergilerdir. Devlet ekonomik varlığını vergilere borçludur. Vergi gelirlerinin toplamı, dolaylı vergiler, dolaysız vergiler ve sosyal güvenlik primlerinden oluşmaktadır. Dolaysız vergiler, gelir, kazanç ya da servet üzerinden alınırlar. 

Dolaylı vergiler ise, insanın gündelik hayatında yaptığı tüm harcamaları kapsamaktadır. ÖTV (Özel Tüketim Vergisi) ile KDV(Katma Değer Vergisi) bunun en tipik örnekleridir. Dolaylı vergilerin adaletsiz olmasının temel sebebi, tüketiciler arasındaki gelir farkına bakmaksızın herkesten aynı oranda alınmasıdır. Toplumun ezici çoğunluğu işçi sınıfını oluşturmaktadır. Verginin de en büyük oranını dolaylı vergiler oluşturmaktadır. KDV miktarı 130 TL olan bir ürünü asgari ücret ile çalışan bir işçi aldığında ücretinin %10'unu vergiye vermektedir. Fakat bir patron aynı ürünü aldığında bu oran onun serveti için kayda alınmayacak bir küçüklüktedir. Devlet patronlara vergi konusunda her zaman yardım etmektedir. Teşvik paketleri, vergi afları gibi durumlar patronlar için her zaman vardır. Fakat SGK'lı ve asgari ücretle çalışan işçilerin vergiden kurtulma şansları yoktur. Çünkü maaşları daha eline geçmeden vergileri alınmıştır. Gündelik hayatta aldığı tüm mal ve hizmetlerin vergisini peşin olarak ödemektedir. Yani işçi sınıfının vergi kaçırma imkânı yoktur.

Patronlar için her zaman vergiden kurtulma yolları vardır. Gerek vergi afları, gerek teşvik paketleri, gerekse de kayıt dışı işçi çalıştırma ve gerçek gelir beyanında bulunmama gibi yöntemlerle her zaman vergiden kurtulabilmektedirler.

Her geçen gün vergi miktarları arttığı gibi, eğitime harcanan vergi miktarı da azalmaktadır. 2002 yılında bütçeden kamu hizmetlerine %42,3 pay alınırken, bu gün oran % 25'e düştü. 2002 yılında MEB'e ayrılan pay %17 iken, 2016 yılı itibarıyla bu oran 8,23'e gerilemiştir. İşçi sınıfının verdiği vergiler ona hizmet olarak dönmemektedir. Eğitimden sağlığa, ulaşımdan gıdaya tüm temel yaşam ihtiyaçlarını karşılamak için vergi ödemek zorundadır.

Erdoğan diktatörlüğü içeride ve dışarıda tüm hızıyla savaş politikaları uygulamaktadır. Bu durum kan, gözyaşı, ölüm getirdiği gibi, açlık, yoksulluk, sömürü ve ağır vergileri de yanında getirmektedir. Kamu harcamaları daha çok ordu, polis, Diyanet İşleri ve IŞİD bağlantılı vakıflara yapılmaktadır. Verdiğimiz vergiler bize biber gazı, jop, kurşun, bomba olarak dönmektedir. Ekonomik finansmanının tamamını işçi sınıfından vergi adı altında gerçekleştirdiği soyguna borçlu olan sermaye devleti, artık işçi sınıfının sırtında ağır bir yüktür. İşçi sınıfı bu yükten ancak, örgütlü, militan mücadele ile kurtulabilir.

Asgari ücret vergi dışı bırakılsın!
Tüm dolaylı vergiler tamamen kaldırılsın ve yerine gerçekten uygulanan bir artan oranlı gelir vergisi getirilsin!


                                                                                                      Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

Soma'da Atılan Tekmeyi Unutma!

13 Mayıs 2014'te 301 madenci sermayenin kâr hırsı yüzünden katledildi. Bu olay Türkiye'de yaşanan iş cinayetlerinin sembolü oldu. Soma katliamının olduğu günün ertesi günü, Soma'ya gelen Erdoğan haklı ve meşru bir protesto eylemi ile karşılaştı. Bu protesto sonunda Başbakanlık Müşaviri Yusuf Yerkel bir işçiyi tekmelemişti. Bu olay Soma'da hafızalara kazınan olay oldu. Bu durum devletin sınıfsal kimliğini ve işçiye olan düşmanlığını en açık şekilde yansıtan olaydır. İşçi tekmeleyen Yusuf Yerkel, dizinde oluşan kızarıklık ve yumuşak doku şişkinliği gerekçesiyle 7 gün iş göremez raporu aldı. Tekme yiyen işçiye ise para cezası kesilmişti. Soma katliamından sonra haklarını arayan birçok işçi ve işçi yakını da yoğun baskı ve tehdit ile karşı karşıya kaldı. 

Soma'da tekmelenen işçi Erdal Kocabıyık'ın peşini Erdoğan rejimi bırakmıyor. Şimdi de Başbakanlık aracına 543 liralık zarar verdiği gerekçesiyle, hakkında 6 yıl hapis talebiyle dava açıldı. Baskılar yüzünden de 1 yıldır iş bulamıyor. Bu saldırı ve hapis istemiyle yargılanma, başta Soma işçisi olmak üzere, tüm işçi sınıfına yönelik bir tehdittir. Soma işçisini haklı davasından sindirme girişimidir. Bizi kâr hırsı için öldürüp, sonra da katillerimizden hesap sormamamız için tüm çirkefliği yapan bu devlet, işçi sınıfının düşmanıdır. Bu kadar rahat bir şekilde, iş cinayetlerinde ölüp, katillerimizle hesaplaşmak istediğimizde karşımızda devletin bu pervasız saldırılarını görüyorsak, bunun nedeni biz işçilerin örgütsüzlüğüdür.  Eğer işçi sınıfı örgütlü olsaydı, ne iş cinayetlerine kurban gider, ne de devletin baskısına bu derecede maruz kalırdı.

Soma davası işçi sınıfının en hayati sorunlarından olan, iş güvenliği sorununa karşı haklı bir mücadeledir. Soma işçilerinin kazanım elde etmesi, katliamın sorumlularının ceza almasını sağlaması, tüm patronlar için tehdit olacaktır. Çünkü iş cinayetleri her yerde hız kesmeden devam ediyor. O yüzden Soma maden patronu ve onu temsil eden devlet Soma işçilerine baskı uygulamaktadır, Soma patronunu beraat ettirmektedir. Soma'lı maden işçisi Erdal Kocabıyık'a atılan tekme tüm işçi sınıfına atılmıştır. İşçi sınıfı örgütlenip, politik bir özne olarak sahneye çıktığı zaman ona, ölüm, baskı ve yoksulluğu reva gören bu düzene en büyük tekmeyi atacaktır.

İşçi sınıfının örgütünden başka silahı yoktur!
Savaşa karşı sınıf savaşı!
                                                                                                Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

Kredi Kartları ve İşçi Sınıfı


Kredi kartları ve ihtiyaç kredileri bankacılık sisteminin temel taşı haline dönüştü. Özellikle son 15 yılda, kredi kartı kullanıcıları çığ gibi büyüdü. Kredi kartı artık, kimlik kartı gibi her TC vatandaşının cüzdanında bulunan bir duruma geldi. Bunun sonucu olarak, kredi kartı mağdurları da çığ gibi büyümeye devam ediyor.

Kredi kartı borçları yüzünden intihar, boşanma vb. durumlar gündelik hayatın sıradanlaşmış olguları haline geldi. İki buçuk milyondan fazla insan kredi kartları yüzünden yasal takibe alınmış durumda. Peki, kredi kartlarının bu düzeyde yaygınlaşması nasıl açıklanabilir? 

Yükselen enflasyon oranları karşısında, işçi sınıfının aldığı reel ücretin erimesiyle birlikte, alım gücü düşmektedir. İşçi sınıfının aldığı ücretin, en temel ihtiyaçlarını karşılamaya dahi yetmemesi, modern yasal tefeciler olan bankalara yeni bir sömürü alanı açtı. Kredi kartları ile işçi sınıfı en temel ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanmaktadır. Yeni işçi sınıfının aile bütçesi, borçlar üzerinden dönen bir bütçeye dönüşmüştür. 2 ay üst üste kredi kartı borcunu ödeyemeyen bir işçi, bankaların acımasız tefeci faizlerine maruz kalmaktadır. Bir karttan para çekip, diğer karta para yatırmak üzerine dönen bir havuz problemi işçi sınıfının hayatından eksik olmamaktadır.

Bunların dışında ihtiyaç kredileri de yaygınlaşmaktadır. Barınma ihtiyacını kökten çözmek isteyen bir işçi, kendi maaşı ile konut alabilecek bir paraya sahip olamıyor. Bunun yerine konut kredisine başvurmak zorunda kalmaktadır. Krediyi ödeyebilmek için hayatının en az 10 yılını ipotek altına alıp, ölesiye çalışmak seçeneği sistem tarafından dikte edilmektedir. Bu durum işçinin iş hayatına, iş yerindeki tüm haksızlıklara boyun eğmek, kendi hakkını aramaktan geri durmak olarak yansımaktadır. Eğer işten atılırsa, 2 ay kredi borcunu ödeyemezse, bankaların acımasız tefeci faizi altında bir yıkım onu beklemektedir.

Türkiye'de bankacılık sisteminde, maddi sömürünün yanında, manevi sömürü de vardır. Bunun adı da "İslami bankacılık"tır. İnsanların dini duygularından faydalanarak, "İslam'da faiz haram kılınmıştır" denilerek faizin adını kâr payı olarak değiştirmişlerdir. Sahtekâr yeşil sermayenin, diğer yasal tefecilerden tek farkı, yaptıkları tefeciliği dini argümanlarla örtme hamleleridir. Bu tutumları onların hem maddi, hem de manevi sömürüyü gerçekleştirmelerini sağlamaktadır.

70'li yıllarla birlikte dünyada neo-liberal saldırılar, istikrarlı şekilde zaferler kazandıkça, işçi sınıfının hayatında katlanılmaz ekonomik yıkımlar getirdi. İşçi sınıfı, kredi kartları, ihtiyaç kredileri ile değil, insanca yaşanacak bir gelirle ve iş garantisine kavuşarak, bankaların kan emici faizlerine mahkûm olmadan geçimini sağlayabilir. Bu durum ancak işçi sınıfının, örgütlü, militan mücadelesi ile kazanılabilir.

Bankalar sermaye devletinin yasal tefecileridir. Tüm özel bankalar tek bir merkez bankası altında toplanıp, işçi denetiminde kamulaştırılmalıdır.


İşçi sınıfının temel ihtiyaçları için kullandığı kredi kartı borçları silinmelidir. 


                                                                                                   Bursa'dan İMD'li Bir İşçi                                                                 

1 Mart 2016 Salı

İçeride-Dışarıda Büyüyen Savaş ve İşçi Sınıfı

17 Şubat’ta, son bir yıl içinde gerçekleşen beşinci bombalı saldırıyla (Diyarbakır, Suruç, Ankara Garı, Sultanahmet ve yine Ankara) karşı karşıya kaldık. Genelkurmay Başkanlığı’na 300 metre, TBMM'ye 500 metre yakınlıkta saldırı gerçekleşti. Her zamanki gibi önce yayın yasağı geldi, ardından savaş çığırtkanlığı...

Erdoğan saldırıdan sonra şu açıklamada bulundu: "Birliğimize, beraberliğimize, geleceğimize yönelik olarak sınırlarımızın dışında ve içinde gerçekleşen saldırılara misliyle karşılık verme konusundaki kararlılığımız, bu tür eylemlerle daha da güçlenmektedir. Türkiye'nin meşru müdafaa hakkını, her zaman, her yerde ve her durumda kullanmaktan çekinmeyeceği bilinmelidir." Saldırının faili olarak YPG gösterildi. YPG'den buna yalanlama geldi. Türkiye bu saldırıyı YPG'nin yaptığını uluslararası kamuoyuna kanıtlayamadı. Ardından TAK saldırıyı üstlendi.

Bombalı saldırılar politik hayatın sıradanlaşan bir parçası haline geldi. AKP siyasi arenada ne zaman çıkmaza ve zora girse, savaş politikaları, bombalı intihar saldırılarıyla kendine politik arenada alan açmaktadır. İşçi sınıfının katliam ve kıyımla yazılı tarihinden öğreniyoruz ve biliyoruz ki, büyük usta Lenin’in de dediği gibi "hiçbir diktatör iç savaş çıkarmadan gitmez.”

AKP hükümeti, Halep-Türkiye arasındaki geçiş hattının kapandığı, YPG'nin Rusya ve ABD'den açık destek aldığı, Erdoğan'ın Suriye politikasının çıkmaza girdiği bir dönemde bu saldırıyla başkanlık, Kürt hareketini sindirme ve Suriye üzerindeki emperyalist emellerini daha yüksek sesle dile getirmeye başladı. Altı ay içerisinde Kürdistan'da yedi il yirmi bir ilçede süren çatışmalar sonucunda binden fazla kişi devlet terörüne kurban gitti. 200 bin kişi evlerinden göç etmek zorunda bırakıldı. Erdoğan’ın başkanlık hırsı, Kürdistan'da sömürgeci savaş politikaları, Suriye'ye dönük emperyalist hedeflerinin tüm iştahıyla artması, onu ölüm makinesine çevirmiştir. Böylece diktatör, ölümler ve katliamlar üzerinden toplumu kutuplaştırmakta, savaş propagandası birimine dönmüş olan medyası aracılığıyla, militarist, faşist, ırkçı bir rüzgâr estirmektedir.

Neoliberal saldırganlığın ülke sınırları içerisindeki en iyi uygulayıcısı bugün AKP hükümetidir, tüm bu olup bitenlerse, diğer nedenlerin yanı sıra, kapitalizmin dönemsel krizlerini emperyalist savaş üzerinden çözmeye çalışmasıyla açıklanabilir. Savaş işçi sınıfına, çok daha yoğun emek sömürüsüyle birlikte, daha fazla baskı ve kıyım getirir. Erdoğan diktatörlüğü, her geçen gün daha fazla artan bir otoriter yönetim anlayışıyla yalnızca ülke içinde değil, ülke dışında emperyalist hedeflerini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Savaş endüstrisi için hayati önem taşıyan insan gücünü bu sisteme işçi sınıfı sağlamaktadır. Fakat emperyalist savaş gündeme geldiğinde zaten çok kısıtlı olan grev, toplu sözleşme ve sendika kurma hakkı da askıya alınacak. Zaten ülkede yasal grevlere sadece toplu sözleşme dönemlerinde ücretler konusunda bir uzlaşmazlık çıktığında izin verilmektedir. Geçtiğimiz yıl Mayıs ayında metal işçilerinin büyük grev ve direnişleri başta olmak üzere Greif süreci de işçi sınıfının yasallığı aşan fiilî ve meşru mücadelesi üzerine inşa edilmişti.

Adı bugüne dek “düşük yoğunluklu çatışma” olsa da ülke sınırları içinde bir iç savaş yaşanmakta. Bununla birlikte sermayenin çıkarları için gerçekleştirilecek bir sınır dışı müdahale -daha açık bir deyişle Suriye topraklarına bir müdahale- gerçekleştiği zaman işçi sınıfının en küçük bir hak arama talebi de “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yasadışı ilan edilecek, vatan hainliğiyle mahkûm edilecek, dahası protestolar kıyım ve kanla bastırılacaktır.

Bu yüzden biliyoruz ki: "Gerçek düşman içeride!"

Ülkeyi kan gölüne çeviren Erdoğan diktatörlüğü, gerçek düşmandır. Zenginlerin saraylarına savaş, yoksulların evlerine barış istiyoruz, ama kalıcı bir barış, yalnızca, işçi sınıfının sömürü düzenine son vermesiyle hayata geçebilir.

İşçi sınıfı ve ezilen emekçi kitleler olarak, mücadelemizi kendi ülkemizdeki kapitalist-emperyalist egemenliğe karşı örgütlemeliyiz. Kendisine karşı savaşmamız gereken düşman, ülkemizdeki bu sınıf düşmanımızdır. Yani Erdoğan diktatörlüğüdür. Aksi takdirde, kendi varoluşumuzun yıkımını izlemek zorunda kalacağız.

Ya sosyalizm ya barbarlık!


Bursa’dan İMD’li Bir İşçi

SGK'dan Yeni Uygulama: Sigara İçene Kanser İlacı Yok!

SGK, 3 Şubat’tan itibaren akciğer kanseri olan hastaların ilaç parasını karşılamak için "sigara içmemiş olma" şartı getirdi. Hızını alamayan SGK bununla da kalmadı, multiple skleroz (MS) hastalığında kullanılan fingolimod etken maddeli ilacın ödenmesi için başka bir ilacın bir yıl süreyle kullanılmasını şart koştu.

SGK'nın bu uygulaması, temel yaşam hakkı olan sağlık hakkına karşı bir saldırıdır. Milyonlarca işçinin ücretinden kesilen primlerle ekonomisini sağlama alan SGK, geniş emekçi kitlelerin zaten kısıtlı olan sağlık hakkını kullanmasını sağlayan, sınırlı kazanımlarımıza karşı bir saldırı başlattı. Süreç, sağlığın her geçen gün piyasalaştığı ve ticari bir hizmete dönüştürüldüğü; sağlık emekçilerine ise esnek, güvencesiz çalışmanın dayatıldığı, "sağlıksızlık sektörüne" evrildi. SGK bu uygulamanın gerekçesinin tasarruf amaçlı olduğunu belirtti.

SGK'nın kâr hırsı işçi sınıfına ölüm getirmektedir. Sağlık sorununu çözmekle ve hastanelerde kuyrukta beklememekle övünen AKP hükümeti, hızla sağlık alanını ticarileştirmekte ve parası olmayana hastane kapılarını kapatmaktadır. Sağlık, tüm vatandaşlar için ulaşılabilir bir kamusal hizmet olması gerekirken, kapitalistler ve onların hükümetleri için iyi kâr getiren bir yatırım alanına dönüşmüştür. İnsanların sağlık problemleri üzerinden zenginliğine zenginlik katan bir sistemdir kapitalizm. Herkesin eşit, ulaşılabilir, parasız, nitelikli bir sağlık hizmeti yalnızca işçi sınıfının iktidarıyla hayat bulacaktır.

Kapitalizm öldürür, kapitalizmi öldürelim!

Bursa'dan İMD'li Bir İşçi


Modern Kölelikte Yeni Bir Sayfa: "Özel İstihdam Büroları"

AKP hükümeti, 1 Kasım seçimlerine savaş politikaları ve istikrar vaadiyle girdi. 1 Kasım seçimlerinden zaferle çıkan AKP, savaş politikalarına hız kesmeden devam etti. Kürt illerini Suriye kentlerine çeviren siyasi iktidar, kendini, tüm muhalefeti bastıran, hiçbir farklı sese nefes aldırmayan bir konuma taşıdı. Kürt illerinde devletin sömürgeci geleneğini devam ettiren AKP, batıda toplumsal muhalefeti etkisizleştirdikçe, işçi sınıfının tüm kazanımlarına şiddetli bir saldırı operasyon başlattı. Kıdem tazminatının hedef tahtasına alınmasından sonra, şimdi de Özel İstihdam Büroları’na "günlük işçi kiralama" yetkisi veren tasarı TBMM'ye sunuldu. Bu tasarıyla şirketlerin asgari ücret üzerinden işçi çalıştırıp, istihdam ettikleri işçileri başka patronlara bir eşya gibi kiralaması mümkün hale gelecek. Bu uygulama işçilerin tüm kazanılmış haklarına karşı yapılmış topyekûn bir saldırıdır. Sendikasız, tazminat hakkı olmaksızın, güvencesiz ve esnek çalışmayı iş hayatının kuralı haline çevirmeyi amaçlamaktadır.

Türkiye'ye Özel İstihdam Büroları Nasıl Girdi,  ÖİB’ler Ne İş Yapar?

Özel İstihdam Büroları her şeyden önce işçi simsarlığının yasal bir statüye kavuşmasıdır. Türkiye'de işçi simsarlığı yıllardır var. Lâkin bu durumun yasal bir statüye kavuşması 2003 yılına tekabül eder. 2003 yılında çıkarılan yasayla, ÖİB’nin faaliyet alanları şimdilik özel sektörle sınırlı tutulmuştur. ÖİB, patronların işçi bulmasına aracılık yapan, özel hukuka tâbi olan, kâr amacı güden ticari işletmelerdir. ÖİB’lerin faaliyet alanlarını genişleten bu yasa, her şeyden önce İŞ-KUR’un özelleştirilmesi girişimidir. İŞ-KUR'un yokluğunda doğacak boşluğu, mesleği işçi simsarlığı olan böylesi şirketlerle doldurma girişimidir. Bu uygulamayla işçi simsarlığı, patronlar için iyi gelir getiren yatırım alanına dönüşecektir. Bankaların son yıllarda yoğun şekilde bireysel emeklilik kampanyaları yapmaları ve bunu yaygınlaştırma çabaları, gelecek yıllarda SGK'nın özelleştirilmesi ve sosyal sigortaların özel şirketlere devrinin hazırlık çalışmasıdır.

ÖİB işçi sınıfının bütününü ilgilendirmektedir. İşçiyi alınıp satılan, kiralanan bir köleye dönüştürmektedir. Bu durumu dünya emperyalist-kapitalist sisteminin, her geçen gün barbarlaşmasından bağımsız olarak ele alamayız. Suriye ve Ortadoğu üzerinden kutuplaşan emperyalist paylaşım savaşı, ırkçılığı ve milliyetçiliği güçlendirmekte, bunun sonucu olarak işçi sınıfının içinde ırk ve mezhep temelli bölünmeler yaratmaktadır. Savaş politikaları derinleştikçe, işçi sınıfına yapılan saldırılar da o oranda artmaktadır. Sur, Silopi, Cizre işgal edilmiş kentlere dönüştükçe, işçi sınıfının gündelik hayatında da sosyal yıkımlar gerçekleşmektedir. Bu durumun en önemli nedeni işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve politik bir önderlikten yoksun oluşudur. Savaşı ve sosyal yıkım politikalarını yalnızca işçi sınıfının örgütlü, militan mücadelesi püskürtebilir.

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!

                                                                                                              Bursa'dan İMD'li Bir İşçi

26 Ocak 2016 Salı

İş Kazası Değil Sermayenin Soykırımı!

Türkiye'de her geçen gün, istikrarlı bir şekilde iş cinayetleri artıyor. Ölümle sonuçlanan iş kazalarında yıllardır ilk sıraları kimseye bırakmayan, işçilerin kelle koltukta işe gittiği bir ülkede, bir düzende yaşıyoruz.

Sermaye sınıfı bu katliamlara ”kaza, fıtrat, kader” gibi tanımlamalar getiriyor. Ölümlerin nedeni olarak, işçilerin güvenlik kurallarına uymadığı öne sürülmektedir. Ölümle sonuçlanan “iş kazası” haberi almadığımız gün yok denecek kadar az. Soma, Ermenek, Torunlar AVM gibi toplu katliamlar olduğu zaman gündem olabilmektedir iş cinayetleri. Soma katliamından sonra Erdoğan, 19. yüzyılda Avrupa'da yaşanan katliamları örnek vererek, “madencinin fıtratında ölüm var” demişti! Ölümle sonuçlanan iş kazalarının yaşandığı sektör ve işyerlerini incelediğimizde; taşeron, esnek, güvencesiz çalışmanın yoğun yaşandığı, sendikasız ve örgütsüz işyerlerini görürüz.

1980'lerle birlikte dünyada esen neoliberal dalganın yaşandığı yıllarda taşeron ve esnek çalışma sistemi iş hayatına girmeye başladı. Bilhassa son 13 yılda taşeron, esnek çalışma, iş hayatının olmazsa olmazı haline geldi. Taşeron çalışma sisteminin en büyük etkisi, sendikalaşmayı ve örgütlenmeyi engellemesiydi.

İSİG meclisinin raporuna göre, 2015 yılında iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçi sayısı en az 1730. Son 13 yılda iş cinayetlerinde yaşamını yitiren işçi sayısı ise 16 bin 471.

En çok ölümün yaşandığı işkolları inşaat, tarım, madencilik, taşımacılıktır. İş cinayetleri oranları savaşta ölen insan sayısını aratmayacak düzeydedir. Patronların ve devletin bu konuda somut adım atmamasının en büyük nedeni, işçi sınıfının örgütsüzlüğüdür.

İşçi sınıfının örgütsüzlüğü ona açlık, yoksulluk ve ölüm olarak dönmektedir. Özellikle Soma katliamından sonra yaygınlaşan, işçilerin ölümleri üzerinden gelişen bir işkolu doğdu: İş güvenliği uzmanlığı.

"Her işyerinde iş güvenliği eğitimi vermek, büyük işletmelerde de iş güvenliği uzmanı çalıştırmak yaygınlaştı. Peki, bu iş güvenliği uzmanı şirketler ne iş yaparlardı? Bu şirketler çalışma bakanlığına bağlı olmayan özel ticari şirketler olarak ortaya çıktı. İşyerinde iş güvenliği eğitimi verip o işyerindeki çalışma koşullarının güvenli olup olmadığıyla ilgilenmeyen, iş kazalarının üstünü kapatan, var olan iş kazalarında “işçi hatalıydı” diye rapor kesip iş kazasının yaşandığı işyeri sahibinden maaş alan kârlı sektörden başka bir şey değildir. Misyonu iş kazalarının önüne geçmekten çok, var olan iş kazalarının su yüzüne çıkmasını engellemektir." [1]

İşçi sınıfı örgütlenip, toplumsal muhalefet sahnesine çıkmadığı sürece, açlık, yoksulluk, ölüm peşini bırakmayacaktır. Çünkü yaşadığımız düzen olan kapitalizm, emek sömürüsü üzerinden kendini var eder. Bir avuç kapitalistin refahı milyonlarca işçinin yıkımına neden oluyor.  Bugün kapitalizm o kadar vahşileşmiştir ki, işçilerin ölümlerinden dahi kendine bir pazar alanı çıkarmaktadır. İşçi sınıfı, sadece iyi ücret ve sosyal haklar için değil, kelle koltukta işe gitmemek, can güvenliği için örgütlenmek zorundadır. İşçi sınıfının meşru, militan mücadelesi dışında kurtuluşu yoktur.

İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır!

                                                                Bursa'dan İMD'li Bir İşçi

Notlar

Mülteci Pazarlığı ve Çürüyen Kapitalizm!

Suriye'de emperyalist savaşın tırmanmasıyla, Avrupa ve Türkiye'ye mülteci akınları başlamıştır. Mülteci akını her geçen gün çığ gibi büyüyor.  İkinci  Emperyalist Paylaşım Savaşından bu yana dünya en büyük  mülteci krizlerinden birini yaşamaktadır. AB ülkeleri bu kadar mülteciyi kendi ülkelerinde barındıramayacağını açıkladı.

Türkiye, Suriye'ye komşu olması nedeniyle en çok mülteci akını olmuş ülkedir. AB-Türkiye konferansında bu konu rezil bir pazarlığa dönüşmüştür. Türkiye'deki sığınmacıların AB'ye girişini engelleme sözüne karşılık, 3 milyar euro, AB üyeliği ve vizesiz seyahat müzakerelerini hızlandırma taahhüdü verildi. Türkiye AB'yi mülteci akınından koruyan jandarma görevini almıştır.

Mülteci krizini derinleştiren ve bu krizi yaratan kapitalist sistemdir. Bu insanlık krizinin önemli aktörlerinden olan AB'nin tutumu, mültecilere sınırları kapatmak ve onları kamplara hapsetmek olmuştur. AB-Türkiye konferansından bir gün sonra, Türkiye üzerinden Yunan adalarına gitmeye çalışan, 1300 Suriyeli mülteci gözaltına alınmıştır. Türkiye ilk günden sözünü tuttuğunu ispatlamıştır. 

Akdeniz mülteci mezarlığına dönüşmüştür. İnsan tacirliği, bir kez daha, iyi gelir getiren bir işkolu haline gelmiştir. Mülteci krizini bir fırsata dönüştüren, yine bu krize neden olan sermaye sınıfıdır. Mafyalar için, insan tacirliği iyi gelir getiren bir sektör, işçi simsarları için mülteciler ucuz işgücü, burjuva politikacılar için bütün bunlar milliyetçi dalga yaratıp işçi sınıfını bölme argümanıdır. Mülteci sorununun sebebi olan kapitalizm için, sermaye nasıl dünyanın her yerinde özgürce dolaşabiliyorsa, mülteciler de özgürce dolaşabilme hakkına sahip olmalıdır. Yabancı düşmanlığı üzerinden yaratılan ırkçı dalgaya pirim vermemek biz devrimci Marksistlerin asli görevlerindendir.

Sınırlar mültecilere açılsın!
Mültecilere eğitim, sağlık, barınma hakkı!
Mültecilere iş, sosyal güvence, sendika, örgütlenme hakkı!

                                                                                    Bursa'dan İMD'li Bir İşçi

1 Ocak 2016 Cuma

Metal Fırtınanın Dünü, Bugünü ve 5 Mayıs Şubesinin Açılışı

2015 yılının Mayıs ayında Renault'ta başlayan faşist Türk -Metal çetesine karşı yapılan eylemler, metal sektöründe fırtına etkisi yarattı. Türk-Metal birçok kalesini kaybetti. Tofaş Çelik-İş'e geçti. Birçok fabrika ORS, Mako, Coşkunöz sendikasız şekilde sürece devam etti. Hareket biraz sönümlenince patronların işçi kıyımları ve baskılarıyla Türk-Metal birçok fabrikaya geri geldi. Hareketin ilk kıvılcımının atıldığı Renault Türk-Metal'den kurulduktan sonra, Birleşik Metal-İş’e toplu şekilde geçiş yaptı. İşveren alttan alta Türk-Metal'i desteklese de Renault işçilerinin faşist Türk-Metal çetesine karşı kararlı duruşu hiç bitmedi. Sendika eğitimlerine, konvoylar halinde, flamalarıyla işçi disiplinini bozmadan, ilk günkü birlik ve beraberliği bozmadan katıldılar. Türk-Metal temsilcileri 25 Kasım tarihinde Renault'ta bölümleri dolaşmaya kalktılar. İşçilerin Türk-Metal temsilcilerine yanıtı gecikmedi. 08/16, 16/24, 24/08 vardiya çıkışında işçiler toplu şekilde Türk-Metal'i protesto etti. İşçiler adına yapılan açıklamada: "Biz Renault işçileri üzerinde herhangi bir temsili kalmamış olmasına rağmen, Türk-Metal temsilcileri bugün fabrikada temsilci edasıyla bölümleri dolaşmaya kalktılar. Aldıkları yanıt budur: "Biz Renault işçileri olarak Türk -Metal temsilcilerinin bölümlere girip yüzsüzce aramızda dolaşmalarına izin vermeyeceğiz. Türk-Metal temsilcilerinin yeri, Türk-Metal'deki ağalarının yanıdır."

Protesto boyunca "Türk-Metal dışarı, Türk-Metal gidecek dertler bitecek! Her yer Renault her yer direniş!" sloganları atıldı. Faşist Türk-Metal çetesi bir kez daha boyunun ölçüsünü almıştır. Renault işçilerinin kararlı mücadelesinin bir meyvesi olarak, 4 Aralık günü kendi şubeleri olan 5 Mayıs Renault şubesinin açılışını gerçekleştirdi. Türk-Metal'e geri dönen birçok fabrikada daha önceki yıllarda gerçekleşmeyen bir uygulama hayat buldu. İlk kez Türk-Metal yetkili olduğu işyerlerine temsilci seçimi için sandık kurdu. Yapılan seçimlerin önemli bir çoğunluğunu, sendika yönetimine muhalif direnişlere katılmış olan adaylar kazandı. Bu durum faşist Türk-Metal çetesine karşı hâlâ var olan öfkenin diri olduğunu göstermektedir.

Renault'un Özel Önemi ve 5 Mayıs Şube Seçimleri

Renault’un metal fırtınanın başlangıç yeri olması ve Türk-Metal'den kurtulan ilk fabrika olması nedeniyle metaldeki direnişinin öncü işyeri pozisyonundadır. 2017'de yapılacak MESS ile TİS görüşmeleri döneminde, Renault'un elde edebileceği zafer birçok fabrikaya ilham kaynağı olacak düzeydedir. Birleşik Metal-İş'in Renault'ta elde edeceği zafer diğer metal sektöründeki işçilerin toplu şekilde BMİS'e geçişi için mıknatıs görevi görecektir. Renault, BMİS için hayati bir sınav yeri olacaktır. Renault işçileri 5 Mayıs şubesinin, Ocak ayında yapılacak olan seçimlerine hazırlanmaktadır. 17 kişinin belirleneceği seçimlerde ilk beşe girenler şube yönetimini oluşturacak, diğerleri ise fabrikadaki temsilcilik görevlerini alacaktır. İşçilerin yeni sendikalarından beklentileri, her şeyin şeffaf olması, işçinin onayı olmadan hiçbir karar alınmaması. Yani işçilerin hiçbir bürokratik uygulamaya tahammülleri yok. BMİS'te yeni bir bürokratik kast görmek istemiyorlar. Bir diğer tartışma konusu ise, seçimlerin nerede yapılacağı? İşçiler seçimlerin fabrikada yapılmasını istiyor.

Sonuç Yerine

Metal fırtınayı başlatan Renault'ta faşist Türk-Metal'in yok denecek kadar az üyesi kalmıştır. Ezici çoğunluk BMİS'te örgütlenmiştir. Her şeye rağmen yasal olarak yetki hâlâ Türk-Metal'dedir. BOSCH'takine benzer bir geri dönüş süreci yaşanmaması için, işçi komiteleri aracılığıyla örgütlülük güçlendirilmelidir. Yasal olarak 2017 yılına dek, Türk-Metal'in imzaladığı satış sözleşmesi geçerli olsa da, yeni sözleşme için 2017 beklenilmemelidir. Fiilî meşru mücadele yolu benimsenip, satış sözleşmesini yırtan ara bir sözleşme yapma yolları aranmalıdır.

Renault merkezli metal fırtına, işçi sınıfının mücadele tarihinde sendika bürokrasisine karşı gelişmiş en etkili pratiklerden biridir. Patron ve devlet güdümlü sendikacılığa vurulmuş en ağır darbedir. Renault işçilerinin ana öznesi olarak kurulan 5 Mayıs şubesi önemli bir mevzidir. İşçilerin yönetim ve karar sürecinin tek öznesi olma talebi ileri bir adımdır. Lakin şu unutulmamalıdır: Yalnızca sendikanın tüm yönetiminin işçiler tarafından seçilmesi tek başına bürokrasinin yeşermesine engel olmaz. Bunun için sendikanın karar ve işleyişinin tüm aşamasında işçilerin ana özne olması gerekmektedir. Bunun aracı da işçi komiteleridir. İşçi komitelerinin asıl işlevi bugün sendikal harekette çarpıtılarak ele alınmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi: "İşçi komiteleri bugün Türkiye sendika hareketinde işyeri örgütlenmesi sırasında uygulanan bir yönteme indirgenmiştir. Sendikal örgütlenme sırasında bu süreci hızlandırmak ve bir sistematik içerisinde gerçekleştirmek için işyerinin tüm departmanlarında örgütlenme komiteleri kurulur. Sendikal örgütlenme süreci zafer kazanınca bu komiteler kendini işyeri temsilcisine bırakır. İşyeri temsilcisi kimi zaman işçiler tarafından seçilir, kimi zaman sendika tarafından atanır. İşyeri temsilcisinin misyonu, artık işçinin sorunlarını ve taleplerini, patron temsilcisine ve sendika yönetimine bildirmektir. İşyeri komitelerinin sürekliliğinin sağlanması işçilerin doğrudan demokrasi yoluyla sendikal yönetimde ve işleyişte söz sahibi olmasını da sağlar. Bu yolla işçiler sendikanın izleyeceği politikalarda, merkezî kampanyalarda da belirleyici özne konumunda olur. İşyeri komiteleri sendikanın karar organı haline geldiği ölçüde bürokrasinin hayat bulması engellenmiş olacaktır. Kendi temsilcilerini kendilerinin seçtiği, istedikleri zaman geri çağırabilmeleri, sendika çalışanının aldığı ücretin ortalama bir işçi maaşını geçmediği ölçüde sendikalar işçi sınıfının öz örgütü olacaktır.[1]

Asgari ücrete gelen zam oranıyla, fabrikalarda asgari ücret üstü olan işçilere gelecek zam oranının aynı düzeyde olmaması, işyerlerinde ücret karmaşası yaratma potansiyeli taşımaktadır. Bu durum ciddi bir tepki potansiyeli taşıdığı gibi yeni işe başlayan ve uzun yıllardır çalışan işçiler arasında bir bölünme yaratma potansiyeli de taşımaktadır. Bu durumda asgari ücrete gelen zam miktarı tüm işçilere aynı oranda yansıtılması talebi etrafında oluşturulacak birlik, metalde yeni bir hareketlilik döneminin önünü açma potansiyeli taşımaktadır.

Metal sektöründe birçok işyeri gözünü Renault'a dikmiştir.

Renault'ta elde edilecek kazanımlar metal fırtınayı estiren işçilere moral ve ilham kaynağı olacaktır. Metal sektöründe birçok işyeri 2017 MESS dönemine odaklanmış durumdadır. 2017 sözleşme yılını beklemeden bugün metal sektöründe işyeri komiteleri ve fabrikalar arası komiteler kurmak, metal işçilerinin mücadelesinin geleceği için en önemli silahtır.


Bursa'dan İMD'li Bir İşçi


Notlar