31 Aralık 2011 Cumartesi

Uludere Katliamı: Kürtler Mücadele Etmesinler de Ne Yapsınlar!

Uludere katliamı herkese başka bir şeyi gösteriyor. Biz işçi sınıfı devrimcilerine ise Türkiye’de Kürtlerin (durmak bir tarafa) bir kat daha mücadele etmekten başka çareleri olmadığını gösteriyor.
Uludere katliamı, “PKK ayrı Kürtler ayrı” retoriğiyle kendilerini tatmin etmeye çalışanların ikiyüzlülüğünü bir kez daha göstermiştir. Tıpkı Van depreminde olduğu gibi, ırkçı bir azınlık yine başını gösterdi. Hükümet ve egemen kesimler ise, depremdekinin aksine, sahte dayanışma tavırları sergileme gereği bile duymadılar. Televizyonda her gün görmekten bıktığımız yüzlerini, özür dilemek şöyle dursun, başsağlığı dilemek için bile gösterme lütfunda bulunmadılar.
Başbakan açıklama yapma gereği duyduğundaysa bir çift lafla geçiştiriverdi. Güya birlikte yaşamak isteyen, Kürtlere ayrımcılık yapmadığını iddia eden egemenler Kürtlerin acısını paylaşma gereği niye duymuyorsunuz? Bir de acısını yaşayan, cenazesiyle uğraşan insanların tepesinde tahrik amacıyla uçaklarınız dolanıyor. Sonra Kürtler kendi kaderlerini kendileri tayin etmek isteyince “terörist” oluyorlar!
Başbakan açıklamasında en sonunda bir cevahir yumurtladı: “Taa Uludere’de olan bir olay için Taksim’de niye eylem yapıyorsunuz?” diye hesap sordu. Uludere sizin için o kadar uzaksa, bırakın oranın halkı kendi kaderini kendi tayin etsin o halde?!
Ardından da “Hiçbir devlet halkını kasıtlı olarak bombalamaz” dedi. Sanki Dersim katliamıyla ilgili itirafları daha bir ay önce yapmamış gibi! Oysa her devlet katliam yapar, devletlerin rolü zaten egemenlerin (azınlığın) ihtiyaçları uyarınca ezilenleri (çoğunluğu) bastırmak, tahakküm altında tutmak, ezmektir. 
  Belki konuşmak için erken ama bu gidişle Uludere katliamı Kürt sorununda bir dönüm noktası olacaktır.

Kıdem Tazminatı Afiş Çalışmamızdan Fotoğraflar

Kıdem Tazminatımdan Elini Çek kampanyamızın parçası olarak afişleme çalışmamızı sürdürüyoruz.




Kampanyanın Avrupa ayağı olarak, bir önceki gün Mecidiyeköy ve Avcılar merkezdeydik.


Daha fazla insanı kampanyamıza desteğe, katkı sunmaya davet ediyoruz. 

30 Aralık 2011 Cuma

Kıdem Tazminatı Afiş Çalışmamızdan


Çarşamba günü Beşiktaş ve Taksim’de Kıdem Tazminatımdan Elini Çek afişlerimizi astık.


Diğer semtlerden farklı olarak, boş duvar bulmakta zorlandık!


 Ama “keşke bu duvarlar kavgamızın resimleriyle, çağrılarıyla dolu olsa” dedik!

Uludere Katliamı Eyleminde Çığlıklara Çığlığımızı Kattık!

Taksim’deyiz. Öfkeliyiz. Evlatlarımız, annemiz, babamız, mücadele arkadaşlarımız öldürülmüş. 36 kişi, sayının daha da artabileceğine dair haber alıyoruz. Taksim meydanında inatçı bir kalabalık, polis kalabalığın etrafını sarmış, buna rağmen “hesabını soracağız” çığlıklarını, “katil devlet” sloganlarıyla yükselten bir kalabalık.
4’te başlayacak olan eylem, Sebahat Tuncel’in 3.30’da gelmesiyle başlamış oldu. Bir anda ayak sesleri, “hemen etrafını sarın” diyen devletin uşaklarının sesleri. Sebahat Tuncel’in etrafı sarıldı, zaten daha saatin gelmemesi nedeniyle az sayıda olan devrimciler geriye itildi. Dakikalar geçtikçe polislerin de hemen arkasında birer ikişer bir kalabalık olmaya başlıyorduk. Bu kalabalık haberi duyup, anında Taksim’e hesap sormaya, intikam almaya gelen türdendi; hepimizin yüzünde öfke vardı, annelerimizin gözlerinde ise gözyaşı. Evet artık barikat genişlemişti, çünkü sayımız daha da artıyordu. “Katil devlet hesap verecek”, “Katil Erdogan”, “Şırnak halkı yalnız değildir” sloganlarıyla Taksim’de her geçen dakika daha da çoğalan büyük bir kalabalık. Kim korkutabilirdi ki bizi, KCK operasyonları, işçiye bir ekmek, vekile ise bir köşk değerinde maaş zamları, AKP’nin demokrasi palavraları, ardından Uludere’da bir katliam! Tam da bu yüzden, sürekli hareket eden ve etrafını saran polislere karşın, hareket etmeden çelik gibi duran bir kitle vardı onların karşısında.
Gözaltı piyangosu bize vurmadığından dönüyoruz, vapurda katil devletin yandaş kanalı açık; haberlerde Cemil Çiçek sakin bir sesle konuşuyor, altyazıda Irak sınırında gerginlik diyor. Tabii ki kimsenin dikkatini çekmiyor, çünkü görüntülerde de sadece dağ bayır resimleri. Ardından biz işçilerin ve ezilenlerin gündemini asla oluşturmayacak haberler silsilesi, insanlar günlük hayatlarına ölenlerden habersiz devam ediyorlar...
Kapitalizmin tarihi boyunca gördük ve tekrar görüyoruz ki, burjuvazi devletiyle katliam yapar. Burjuvazi bizleri kandırır, ama yılbaşı hediyesi olarak işçiye 30 lira zam yaptığını söyler ve bunu makyajıyla, çevirerek döndürerek medyasıyla anlatır. Ve herkes televizyonlarda ve gazetelerde şu başlıkları görür: “Kaçakçılık yapanlar yanlışlıkla öldürüldü”, “Şırnak’ta hava saldırısı: 35 ölü”, “BDP’liler Taksim’i savaş alanına çevirdi”, maaş zamlarına değinmiyorum bile, bu konuda tamamen kapanmış zaten gözler…
“Sıradan” bir insan bunları izlerken ya da okurken ne anlamalı? Kapitalizmde devletin ve medyanın rolünü mü? Devletin dün Ermeni soykırımını, Dersim 38’i, Maraş katliamını ve diğerlerini yaptığını, bugün ise yeni katliamlar yapabileceğini mi? Ya da ezilenlerin haklı mücadelelerini mi? Anlamayacak, tam tersi burjuvazinin araçlarıyla yaptığı propagandadan ötürü bambaşka yerden bakacak. İşte biz de tam bu nedenle medyanın inatla anlatmadıklarına, inatla gizlediklerine karşın, inadına mücadele, inadına sokaklar, inadına devrim diyoruz, inadına kendi sesimizi duyurmaya çalışıyoruz!

29 Aralık 2011 Perşembe

Uludere: Devlet Katliamlara Devam Ediyor!

Devlet, Şırnak’ın Uludere ilçesinde çoğunluğu 18 yaşın altında 40’a yakın sivili bombalayarak katletti. Ölü sayısının daha da artacağından bahsediliyor. “Bahsediliyor” diyoruz, ama bahsedenler yalnızca burjuva medyanın dışında kalanlar. Burjuva medya olayın üzerinden yarım gün geçmiş olmasına karşın sessizliğini koruyor. Görüntüler var, sorumlu kişilerden gelen açıklamalar var, ama haber yok!
Özellikle de referandumun ve onun verdiği ivmeyle gerçekleşen seçimlerin ardından Türkiye’nin “çok değiştiğini”, Türkiye’nin artık “askeriyle, polisiyle, hükümetiyle, medyasıyla bir bütün” olduğunu iddia edenlerin sessiz kalması şaşırtıcı değil. Dün, "terör"e karşı mücadelede yeni bir döneme girdik, yeni konsept çok farklı diye ahkam kesenleri ekrana çıkartanlar elbette bugün susmak zorundalar, çünkü Uludere katliamı tam da bu “yeni” konseptin ürünüdür.
Uludere katliamı yeni muktedir AKP'nin politikalarının sonucudur. AKP'nin sözde açılımının özü eski devlet politikalarının devamıdır. Temelinde halen Kürt halkına yönelik pervasızca saldırılar vardır. “Artık teröre karşı gerçekten savaşıldığı” iddiasını desteklemek için askeri operasyonlar hiçbir kural dinlemeden gerçekleştiriliyor. AKP'nin orduya ve polise yaklaşımı eski devlet zihniyetinin devamıdır: Ne kadar "kelle" getirirsen, o kadar ödül.
Eskiden "askeri operasyonlar önce siyasi alanda başlar", "güçlü bir devlet olmadığı için askeri operasyonlar da başarısız oluyor" diye atıp tutan liberaller şimdi de konuşsunlar! Alın size güçlü devlet, güçlü operasyonlar!
Aleni darbecilerin tasfiye sürecinde devletin her pisliğini bireylere yükleyenler ve bu şaklabanlığa göz yumanlar, şimdi de çıkıp konuşsunlar!
Bir burjuva partisinin önündeki engeller temizlenince katliamlar değil, demokratikleşme getireceğini düşünenler, şimdi de çıkıp konuşsunlar!
Bu katliam da, tıpkı 12 Eylül öncesindeki katliamlar gibi, geliyorum diyerek gelmiştir. "Teröre destek vermenin türlü türlü yolları var" diyen İçişleri Bakanı Şahin, Leyla Zana’nın açıklamalarını fırsat bilip savaş çığırtkanlığı yapan Muharrem İnce bu katliamı haber vermediler mi? Uludere katliamı yeter mi, yoksa daha fazlasını mı kastetmiştiniz?

28 Aralık 2011 Çarşamba

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin...

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin son altı ayda her biri diğerinden korkunç açıklamalar yaptı. Fakat bunların sonuncusu gerçekten de bir tepe noktasıydı. AKP’nin anti-demokratik uygulamalarının en somut teorik ifadesi, daha doğrusu kılıfı mahiyetindeki sözleri şöyleydi:
…sadece silahlı terör değil. Bunun bir başka ayağı daha var. Psikolojik terör var, bilimsel terör var. Terörü besleyen arka bahçe var. Bir başka ifadeyle propaganda var, terör propagandası var. Neyiyle veriyor, belki resim yaparak tuvale yansıtıyor. Şiir yazarak şiirine yansıtıyor, günlük makale, fıkra yazarak oralarda bir şeyler yazıp çiziyor. Yani yardımcı kuvvetler. Yerine göre sadece şarkı söylüyor ama üç şarkının arasında bir tane de seyirciye bir şeyler söylerken arada bir güzel cümle sarfediveriyor. Ne alırsan al, ne anlarsan anla.
AKP’nin liberal destekçilerinden yazar Ali Bayramoğlu bu konuşma üzerine bakanın "bir marangoz hatası mı, yoksa marangozun ürünü mü?" olduğunu sorgulayan bir yazı yazdı. Marangozun ürünü olduğunu söylemek lazım! Bu bakan tam da Bayramoğlu gibi yazarların desteklediği AKP’nin, onun liberal dağının doğurduğu "marangoz"dur. Bayramoğlu tam da bunu bildiği için kendi AKP destekçiliğinin eleştirisini verme gereği duymamıştır.
Peki, en azından bu konuşmanın doğrudan muhatabı olan sanatçılar ne alemde? Sanatçılar bakan Şahin'in açılımına gerekli tepkiyi gösteriyorlar mı? Pek söylenemez.
Türkiye'de sanatçıların geneli 12 Eylül'e karşı da gerekli karşı duruşu sergileyememişti. 12 Eylül'ün muhasebesi 2000'lere kalınca haklı olarak eleştirilmişlerdi. Bazı sanatçılar bu konuda özeleştiri vermişti, bazıları ise "savunma"ya geçmişti. Şimdi, en azından özeleştiri vermiş olanların bugünkü cadı avına karşı haykırmaları lazım.
Kuşkusuz sanatçıların toplumsal muhalefetin başını çekme gibi bir misyonu yok, ama toplumu boğan ablukanın dağıtılmasına giden yolda belki de herkesten daha etkili olabilirler. O yüzden arzı endam etmeliler. 
Bunu yalnızca bir toplumsal duyarlılık ya da “susma sustukça sıra sana gelecek” meselesi olarak görmemek lazım. Elbette işin bir boyutu budur. Ama sanatçılar sustukları takdirde eblehleştirilmiş bir topluma hitaben üretim yapmak zorunda kalacaklar ve 12 Eylül sonrasında olduğu gibi bu gelişmenin kendi eserlerinde dolaylı bir şekilde yansıdığını göreceklerdir.

Emeğin Güncesi: Sağlıkta Bir Gün


Çalıştığım Aile Sağlık Merkezi’nde fırsat bulduğum boş anlarda Marx-Engels Anıları adlı kitabı okurken, ilaç pazarlama firmasında çalışan mümessil bir arkadaşla tanıştım. “Ne okuyorsun?” demesiyle açıldı konu. Kitabın ismini söyledikten sonra, “Marx bizim oralıdır, çok severim (Adanalı)” esprisiyle başladık konuşmaya. Kendisinin geçmişte müzik yaptığını biliyordum (az da olsa sohbetliğim olmuştu) ve konuşma devam ederken birden işçi marşını mırıldanmaya başladı. Ardından nasıl sömürüldüğümüzden bahsetti.
Her ne kadar beyaz yakalı bir çalışan olduğum görünse de, “işçiyiz ve sömürülüyoruz” dedi. Kendisine getirilen aylık kotayı aşamazsa performans yiyeceğini, bu nedenden dolayı da alacağı maaşın düşeceğini söyledi. Bulunduğumuz koşul bu konuları detaylı bir şekilde konuşmamız için sağlıklı değildi, her ne kadar sağlık merkezinde olsak da. Aşağı inip birer bardak çay içme teklifinde bulundum, kabul etti ve çay içmeye indik.
Bu katmerli sömürüyü görmezden gelmek olanaksız eğer bir işçiysen! Onun da bildiği ve benim de aklımı kurcalayan Aile Hekimliği Sistemi’nden konuşmaya başladık. Doktorların aylık maaşları dışında, aylık bir işçinin aldığı maaşın üç katı değerinde de cari gider veriliyor. Cari gider ücretini  cebe atabilmek için arayışta olan doktorların imdadına  ilaç şirketleri yetişiyor. Böylece sağlık “sektör”üne (sektör çünkü kapitalizmde sağlık bir gelir kapısıdır) kaliteleri düşen ürünler giriyor. Etken maddesinin ne olduğu tam olarak bilinmeyen, yan etkilerinin fazla olduğu ilaçların piyasaya düşmesine neden olan taşeronlaşma hızlı adımlarla piyasaya girdiği gibi, ağır adımlarla ölüme doğru ilerletiyor. Bu konuda ilaç mümessilleri tam gaz çalışıyor, doktorların tıbbi malzemeleri, dezenfekte ürünleri, özel ihtiyaçlar ve çalıştıkları alandaki giderlerini ödeme karşılığında insanların hayatlarıyla oynanmasına izin veriliyor.  
“Taşeronlaşma, özelleştirme demek ölüm demektir” diyerek çayımızın son yudumlarını içtik. Bu konuşma çok hoşuma gitmişti, çünkü mücadele ateşimin daha çok alevlenmesine neden olan etkenlerden biri de bu. İnsanlar sömürüldüklerinin farkında ve proletaryanın gücünün de farkında, yapmamız gereken tek şey örgütlenmek ve bilinçlenmek! 
İMD’li bir sağlık işçisinden

27 Aralık 2011 Salı

Vekil Maaşları: Bunun Adı Adalet!

Gelir dağılımına baktığımızda adaletin ne derece milletvekilinden yana çalıştığını görebiliriz. Asgari ücretin belirlenebilmesi için yoğun çaba sarf ettiklerini ve aylarca çalıştıklarını söyleme cesareti bulabilen milletvekillerinden bahsediyoruz. Çok düşük bir yüzdelik oran vermelerine rağmen bu rakamın dahi çok olduğunu pervasız bir şekilde söyleyebilmekteler. Oysa kendi zamları için toplandıklarında % 30’a varan bir zammı 15 dakika gibi kısa bir sürede belirleyebilmekteler. Daha da sinir bozucu olanı ise basının karşısına çıkıp pişkince “ihtiyacımız vardı” gibi bir açıklama yapabilmeleri. Bir milletvekilinin maaşı ayda 19 milyondan hesapladığımızda senelik 228 milyon etmekte. 550 milletvekiline ödenen aylık toplam maaş ise 10 trilyon civarı bir rakam.
Diğer yandan asgari ücretle çalışan bir işçinin aldığı ücreti hesapladığımızda aylık 658 TL’den senede 7.896 TL etmekte. Milletvekili ve işçinin aldığı ücretleri karşılaştırdığımızda ortaya demokrasi ve insan hakları çıkıyor. Ve hâlâ işçilerin aldığı maaşa göz dikiyorlar!
Şimdi gelelim bir milletvekili nelerden yararlanabiliyor. Her şey bir tarafa, TBMM’nin tüm olanaklarından faydalanabiliyor. Peki bir işçi nelerden faydalanabiliyor? Aldığı asgari ücretten, yürüyüş yaptığı ya da protesto ettiği zaman devletin copundan ve gazından, süresiz gözaltılardan ve bunlarda yeterli gelmezse ek baskılardan yararlanabiliyor.
Biz işçi sınıfı daima zulüm altında yaşatılmaya ve sömürülmeye mahkûm ediliyoruz.
Geçtiğimiz hafta acil bir gündemle bir araya gelerek emeklilik sürelerini öne çeken ve emeklilik maaşlarını yükselten milletvekillerinin haberleri ana haber bültenlerinin birinci konusuydu. Ayrıca ezilenden yana olma iddiasıyla seçimlere giren ve bizim de parlamenter destek verdiğimiz Blok vekillerinin işçi sınıfı aleyhine böyle bir düzenlemeye verdikleri destek bizim açımızdan hiçbir şekilde kabul edilemez. Sermaye partileriyle aralarına mesafe koymaları gerekiyor, ortaklaşmaları değil.  
Son olarak, tüm bu saldırılara karşı mücadele etmekten başka şansımızın olmadığını ve meydanların tüm bunlara dur demek için işçi sınıfının olduğunu unutmayalım.
ZAFER DİRENEN İŞÇİ SINIFININ OLACAK!
İMD’li Bir Metal İşçisinden

Uyutuluyoruz!

Ustalık döneminde olduğunu söyleyen AKP hükümeti, kara tabloyu allayıp pulluyor ve güllük gülistanlık bir Türkiye’de yaşadığımıza inandırmaya çalışıyor. Açlığı, sefaleti, işsizliği, baskıyı, zulmü söyleyenler vatan haini olurken; işçi ve emekçinin kanını emen sömürü patronları, istihdam sağladıkları için el üstünde tutuluyor. Kim iş, aş, özgürlük, hak ve hukuktan bahsetse, gerici... Hükümetle taraflı olmayanlar hedef tahtasına oturtuluyor. Ekonomik, sosyal ve siyasal saldırılar her geçen gün artıyor. % 30’lara varan vergi zamları, asgari ücrete yapılması planlanan % 3’lük zam aslında bu sermayenin ne kadar acımasız olduğunun delilidir. İş isteyen işsiz, sendikalaşmak isteyen işçi toplu sözleşmeli sendika ve yaşanılabilir bir ücret isteyen kamu emekçisi, şiddetin ve cinayetlerin durdurulmasını isteyen kadınlar, polis terörü ve hükümet yaptırımları ile karşılaşıyor. Van depreminden sonra başını sokacak çadır isteyen depremzede, demokrasi isteyen Kürt halkı, ezilen ve sömürülen tüm kesim sesini çıkardıkları her yerde, başbakanın gazabına uğruyor. Bedelli askerlik parası olana düğün bayram, fakir çocuklarına vatan borcu namus borcu! Tüm bunlara karşı durmanın tek yolu, işçi sınıfı olarak örgütlenmemiz. Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz yok!
İMD'li bir metal işçisinden

26 Aralık 2011 Pazartesi

Üç Çocuk Çek, Biri Tutuklu Olsun!

Başbakanın (ve müritlerinin) son zamanlarda ağzından düşürmediği “en az üç çocuk istiyorum" şiarını gittiği her evde, karşılaştığı her aileye bildirmesine artık alıştık. “Allah rızkını verir”, “her çocuk bereketiyle gelir” gibi atasözlerine dayanarak yıllarca ne olacağını düşünmeden nüfusa var gücüyle katkı yapan işçi-emekçilerden gerçekleştirilmesi çok da zor olmayan bir istek doğrusu başbakanınki. Eh, nasıl olsa kendisi de bakmıyor, bunca yıl nasıl yaşamışlarsa bundan sonra da öyle yaşayabilirler! Sahi bunca yıl nasıl yaşadı bu ülkede "en az 3 çocuklu" bunca aile? Ben bir örnek biliyorum…              
 İlk çocuğun adı Müjde; gelecek güzel günlerin müjdecisi. Ya da öyle olsun isterdi babası Kadir ile anası Hacer. Babanın işçi maaşı ile zar zor büyüdü, okudu ama tadında bıraktı; ortaokuldan terk. N’apsın kısmet! Fabrikada bir iş buldu; gel zaman git zaman alıştı ağır çalışma koşullarına. 10 saat mesai, patronun nefesi, iş kazası elini ikide bir kesmesi, derken geçip gidiyordu zaman. Ee, zaten o zamana kadar iki kardeşi daha olmuştu, malum onlara da bakması gerek; babanın işçi maaşı yetmez beş boğazdan gemicikleri geçirmeye!                
İkincisi Bayram. Doğduğuna sevindiklerinden değil, kurban bayramına denk gelmiş, o yüzden adını Bayram koymuşlar. Ablasından daha “çalışkan” çıkmış, üniversiteye kadar gidebilmiş okuyup. Lakin ne olmuşsa o zaman olmuş. Büyük şehirde okumak zor iş, para mı yetişir! Aldığı burslar da ne olduğunu anlamadığı hukuki bir süreç sonrası kesilince okulu bırakmak zorunda kalmış. Memleketine geri dönmüş, iş aramış ama ne gezer! Kriz dönemi; malum hiç çıkamadık ya şu kriz dönemlerinden, yine onlardan biri. O da katılmış yedek işçi ordusuna. Ordu dediğime bakmayın, öyle silahlı kuvvetler falan değil, bildiğiniz işsizler tümeni. Tek görevleri çalışan işçilerden daha düşük bir ücret düzeyinde çalışmaya razı olup, işçi kardeşlerinin işten çıkarılmalarını beklemek. Ya da patronların işçilere daha düşük ücret vermek için bahaneleri haline gelmek mi desek? Neticede Bayram için her ikisi de aynı, yine olan ablası Müjde’nin işçi aylığına oluyor. Eh bu yüzdendir ki ablası pek sevmez kendisini; bilmez ki yolları bir...
Üçüncüsü, yani en küçükleri ise Yeter. İki çocuğa doğru düzgün bakamıyorken çıkagelen bu davetsiz misafir için pek de sürpriz olmayan bir isim doğrusu.  Yeter de okumaya meraklı çıkmış. Onca zorluğa kıt kanaat geçinmeye rağmen çok başarılı bir öğrencilik hayatı; takdirler, dereceler ve en sonunda iyi bir üniversitede ismi güzel bir bölüm. Fakat yaşadıkları ve ailesinin durumu çok düşündürmüş Yeter’i. Başarı bursları, krediler derken ailesine yük olmadan okuyabilmeye çalışıyormuş. Ama bir şeyler eksik. İçi rahat etmiyormuş, ailesinin ve benzer durumdaki diğer ailelerin bu durumuna bir anlam veremiyormuş. Oysa okulunda yediği önünde yemediği arkasında "yumurta fabrikası sahibi" birçok "tek kardeş" arkadaşı varmış. O, yumurtayı sadece annesinin haftada bir haşlayıp beslenme çantasına koyduğu bir ilkokul hatırası olarak anımsarken, sıra arkadaşı onun yediği yumurtanın fabrikasının sahibi olabiliyormuş daha o yaşta. Hani ikimiz de öğrenciydik? Neyse, geçelim bu kırılgan meseleleri; demiştik ya, okumaya çok meraklıymış Yeter kızımız.  Üniversiteye gelince yeni yeni kitaplar okuma fırsatı da bulmuş tabii. Okudukça da çevresine, hayata, tarihe, üniversiteye bakışı değişmeye başlamış. E tabi üniversitenin de ona...Neden mi? Artık işçi babasının, işsiz abisinin, kadınların, annesinin, ablasının haklarını savunuyormuş çünkü meydanlarda. İsminin hakkını verip "YETER!" diye haykırıyormuş, “Bitsin bu sömürü düzeni!” Sonra gözaltılar, tutuklamalar, okuldan uzaklaştırmalar derken uzayıp giden üniversite hayatı...      
Başbakan haklı tabii. Bu ülkeye işçi olacak, işsiz olacak, öğrenci olup okuldan atılacak üç tane emekçi çocuğu lazım. Lazım ki bu devran böyle gitsin! Gerisi mi? Merak etmeyin bu ülkenin patron olacak, rektör olacak, bakan olacak çocuklarını kendileri birer birer doğurup yetiştirirler... 
Devrimci-Demokrat Güçlere Karşı Tutuklama Furyasına İsyan Eden Bir İMD’li

Kıdem Tazminatı Kampanyası Afiş Çalışması

KIDEM TAZMİNATIMDAN ELİNİ ÇEK!
Sermayenin kıdem tazminatı saldırısına karşı İşçi Mücadele Derneği olarak yürüttüğümüz kampanyanın ikinci ayağını başlattık. Şubat ayının sonunda yapacağımız panele kadar sürecek olan bu dönemde yine ağırlığı afiş, bildiri ve ajitasyon-propaganda çalışmalarına vereceğiz. 
Tek gecelik bir yasayla kendi geleceklerini emeklilik maaşları yoluyla garanti alan vekiller işçi sınıfının elinde kalan son kaleyi yıkmaya çalışıyor. İzin vermeyeceğiz!


Bugün Gazi Mahallesi ve Kartal’da afişlemesi çalışması yaptık.


Gazi Mahallesi’nde yaptığımız afiş çalışması ilgisini çeken bir işçi arkadaşımızla kıdem tazminatının gaspı ile ilgili sohbet ettik.


23 Aralık 2011 Cuma

Dağhan Irak-Ece Temelkuran Tartışması

Dağhan Irak geçtiğimiz günlerde Ece Temelkuran’ın “Bir Gün Herkes Banu Güven Olacak” adlı yazısını sınıfsal açıdan eleştiren çok güzel bir yazı kaleme aldı. “Ece Hanım’ın ‘Herkes’i” başlıklı bu yazı, takip edebildiğimiz kadarıyla, önce Birgün’ün internet sitesinde yayınlandı. Sonra, ne olduysa oldu, yazının Birgün gazetesinin sitesinden kaldırıldığı söylendi. Dağhan Irak bu iddiayı bizzat dile getirdi. “Ece Temelkuran hakkındaki yazım BirGün web sitesinden kaldırtılmış. Yorum yapmıyorum.” Sonrasında yazıya giden linklerin kaldırıldığı ortaya çıktı ve ikrar edildi. Böylece Irak’ın yazısı sansürlenmiş oluyordu. Kendisi bunun üzerine, Birgün’den istifa ettiğini açıkladı.
Ardından devreye Ece Temelkuran girdi. Twitter hesabından şöyle yazdı: “Aferin Dağhan! Aferin genç kardeşim! Bugünlerde bize gereken tam da bu bakış açısı! Ellerin dert görmesin!”  Temelkuran’ın bu “üstten”, lütufkâr cevabına Dağhan Irak twitter hesabından uygun cevapları verdiği için, biz burada birkaç şey söyleyip, meselenin diğer kısımlarına odaklanalım. 
Burjuva medyada yazan ve muhalif kimliğiyle bilinen bir yazarın, kendisi kadar meşhur olamamış ama kendisinden çok daha birikimli olduğunu gösteren birine böyle muktedirlerin diliyle yanıt vermesi (“Aferin”e mi yanarsınız, “genç kardeşim”e mi?!) bugünkü keskin kamplaşma döneminde oldukları yerden daha sola savrulmuş ya da savrulmak zorunda kalmış kişilere devrimci hareketin boyundan büyük anlamlar yüklememesi için çok iyi bir sinyal ve uyarıdır.
Tıpkı 12 Eylül öncesinde olduğu gibi, iktidarın bunaltıcı saldırılarının olduğu, iktidarın lafta değil, gerçekten taraf olmaya çağırdığı, aksi takdirde bertaraf olmakla tehdit ettiği bir dönemde saflar netleşir, saf tutmayanlar saf tutmak zorunda kalırlar (istisnalar olacaktır elbette). Türkiye’de bugün de olan budur. Muktedir AKP’nin ablukası safları keskinleştirmiştir. Böyle bir durumda, yanlış safta olmayanları eleştiriden muaf tutmaya çalışmak, en büyük yanlış olacaktır. Bu yanlışın büyüklüğünü anlamak için, 12 Eylül öncesinde “solcu”, “devrimci” olan aydınların sonrasındaki hali pürmelâline bakmak yeterlidir. İktidarın saldırıları her zaman olur, aslolan içeriyi sağlam tutmaktır! Bunu yapmak eylemde birliğe zarar vermez, aksine güçlendirir!
Yapılması gereken, yanlış tarafta saf tutmayacak basireti göstermiş kişilerin eksikliklerine, yanlışlarına göz kapamak değil, bunları yapıcı bir şekilde eleştirmektir; iflah olmaz düzeydeki kişilere ise prim vermemektir. Sol ya da devrimci hareket farklılıkların üstünü örterek birleşemez. Sonuçta sol (devrimci sol) dediğimiz kesimin içinde, bugün sansürü savunan da var, Tek-Gıda İş başkanını savunup ağırlayan da var, Esad’ı savunan (yani yarın Erdoğan’ı da savunabilecek olan) da var… Bu kesimlerin ayrı durması birleşmesinden evladır!
Öte yandan Dağhan Irak-Ece Temelkuran tartışmasının teorik çıkarım açısından bir önemi daha var. Dağhan Irak tartışma sırasında konuyu sürekli (ve haklı) olarak gazeteciler arasındaki sınıf farklılıklarına çekmiştir. Sorunun kaynağında gerçekten de bu vardır: Aynı meslekte olan ama ayrı sınıflara mensup kişilerin tartışmasından bahsediyoruz.
Bu da bir kez daha gösteriyor ki, aynı mesleklere sahip insanlar her zaman aynı sınıfa mensup değildir ve dolayısıyla ekonomik örgütleri de aynı olmamalıdır. Yalnızca gazetecilerde değil, doktor, avukat, mühendis vb. birçok meslekte bu durum söz konusudur. Her doktorun, her avukatın aynı örgütte (meslek birliği ya da baro) örgütlenmesi çelişkidir. Doktor var, işgücünü satmaktan başka çaresi yok: İşçidir. Doktor var, hem çalışıyor hem de muayenesi var(dı) ya da hastane ortağı: Küçük burjuvadır. Doktor var, hastane sahibi: Burjuva.
Bunların aynı çıkarlara sahip olacağını düşünemeyiz. Oysa aynı sınıf çıkarlarına sahip kesimler aynı ekonomik örgütlerde yer alırlar. Tabipler odası gibi örgütler bu nedenle mücadele açısından (bugün için) yararlı olabilmekle birlikte, aynı zamanda ön tıkayıcıdır. Meslek örgütleri siyasi görüşe göre ("solcu" gazeteci, düzen yanlısı şeklinde) değil, toplumsal durumuna göre belirlenmeli. Hâsılı, işçilere meslek örgütleri (kökensel anlamıyla "trade-union") değil, sendika lazım! Aynılar aynı yere, ayrılar ayrı yere!  

Ermeni Soykırımı Tartışması ve Bir Hürriyet Klasiği

  Hürriyet yine sadece milliyetçi değil, aynı zamanda ırkçı, cinsiyetçi, katliama azmettirici... 


  Yoruma gerek yok dedirten türden, ama biz tek bir yorum yapalım: Bu topraklarda yaşayan her bir Ermeni'ye sahip çıkmak sınıf bilinçli işçilerin görevidir. Bu enternasyonalist tutumu sergileyemeyen bir sınıfın burjuvazinin diğer saldırılarına da karşı koyması olanaksızdır. 

22 Aralık 2011 Perşembe

Soykırım Tartışmaları ve Sınıf Farklılıkları

Ermeni ve Cezayir Soykırımı tartışmasının nereye varacağı bilinmez, ama tartışmalar şimdiden bir şeyi göstermiştir: Katledilen halklar burjuva devletlerin gözünde günlük siyaset malzemesidir, bu insanlar burjuva siyasetçilerinin ve ideologlarının gözünde zerrece değer taşımamaktadır.
Günlerdir gerek Fransa gerek Türkiye kendi pisliklerinin üstünü örtmek adına karşı tarafın (çok sayıdaki) suçlarına işaret ediyor. Sanki bir burjuva devletin insanlık dışı suçları diğerinin insanlık dışı suçlarını haklı gösterirmiş ya da aklarmış gibi.
Burjuvazi açısından milliyetçilik böyle "yararlı" bir şey. Burjuvazi bu sayede gündemi değiştirip, saptırabiliyor. Egemen sınıflar işledikleri insanlık dışı suçları kabullenmeye yanaşmadıkları gibi, bu sorunları, hapsettikleri kısır döngü çerçevesinde tekrar tekrar gündeme getirerek işçi ve emekçilerin dikkatini başka yöne kaydırıyorlar. Öyle ya, Avrupa devletleri “ülkemize” karşı komplolara girişmişken, şimdi kamu emekçileri grevinin, kıdem tazminatı gaspının vb. zamanı mı?!
Sermaye cephesi bizi milliyetçilikle uyuturken, kendisi yolundan şaşmamaktadır. Örneğin Fransa ile Ermeni Soykırımı ihtilafının en az bugünkü kadar “alevlendiği” 2006 yılını hatırlayalım. O dönemde de Fransız mallarını “boykot”, Fransa’ya “ağır tehdit” gündemdeydi. Fakat burjuvazi bizi bunlarla uyuturken, kendisi iş üstündeydi. O dönemde şöyle yazmıştık:

Dünya ticareti ulaştığı bu aşamada kendisinden başka hiçbir kural, başka hiçbir ideoloji tanımaz. Yazı tamamlandığı sırada [Ocak 2007], “Ermeni Sorunu” nedeniyle sözde düşman kesilen Fransa ile Türkiye arasındaki ticaret hacminin 2006 yılında 9 milyar 400 milyon euro olarak kaydedildiği haberi geçildi. Bu rakam, iki ülke arasındaki ticaretin en yüksek seviyesine ulaştığı anlamına geliyor. (Venezuela Devrimi ve İktidar Sorunu, Sinan KARASU)

Aynısı bugün İsrail'le yaşanan sorun için de geçerli değil mi? 
Milliyetçilik işçi sınıfı mücadelesi için en büyük zehirdir. Milliyetçilik (hangi adla, hangi “güzel” ambalajla sunulursa sunulsun) vatanını sevmek değil, o vatanın sahibi olan egemen sınıfın devletini ve politikalarını desteklemek demektir. Milliyetçiliğin azı da çoğu da birdir: O ulus-devletin savunulması. Sınıf bilinçli işçilere düşen görev, “kendi” burjuvazisinin ve ulus-devletinin işlediği suçlara sahip çıkmak, ya da bunları güya teşhir eden “yabancı” devletlere prim vermek değil; burjuva şiddetinin ve katliamlarının mağduru olmuş halklara sınıf dayanışması elini uzatmak, o ulus-devletin içinde yaşasa da, pisliklerine ortak olmadığını eylemleriyle göstermektir. 

20 Aralık 2011 Salı

İMD ile Bir Pazar Günü, İMD ile Bir Hayat

Dün derneğimizde futbolun sınıf çelişkileri üzerine bir söyleşi düzenledik. Gazeteci Dağhan Irak’ın katılımıyla oldukça verimli geçen söyleşide dünya futbolunun tarihsel süreci, bu süreçte yaşasan sınıf karşıtlıkları, Türkiye’de futbolun gelişimi, güncel konular, şike soruşturması ve en önemlisi dünya işçi sınıfı olarak kitleleri peşinden sürükleyen Futbol Endüstrisinde nasıl bir yer tuttuğumuz üzerine uzun uzun tartışma fırsatı yakaladık. 
 14.30'da başlayan söyleşi öncesinde ise Taksim’de sağlık sisteminin performansa, daha çok tetkik, daha çok tıbbi girişim, daha çok hasta mantığına, sosyal güvencesi olmayanın tıbbi hizmetlerden yararlanamaması mantığına dayanmaması için; tıp fakültelerinde ve eğitim araştırma hastanelerinde eğitim gören öğrenci ve asistanların niteliksiz eğitim görmelerine karşı çıkmak için yapılan yürüyüşteydik. Diğer sol oluşumlarda işler nasıl yürüyor bilmiyorum ama İMD'nin içerisinde olduğum bu kısa sürede görüyorum ki, “mücadele” kelimenin tam da anlattığı şekilde ve en doğru haliyle burada uygulanıyor. Teori ile pratiğin iç içe geçmişliği bizleri inandığımız ve uğruna mücadele ettiğimiz gerçeklere daha da sıkı sıkıya bağlıyor.
 Futbol neden yalnızca “futbol” değil? "Bir topun peşinde koşan 22 tane adam" neden hayatımızda bu kadar önemli bir yer tutuyor? Ben bu sorunun cevabını kendimce verebilirim.
 Almanların efsanevi kalecisi Toni Schumacher 1989-91 yılları arasında Fenerbahçe forması giymişti. Babam beni Schumacher’in jübile maçına götürdü. Bu benim hayatımda gittiğim ilk futbol karşılaşmasıydı. Fenerbahçe’nin Kadıköy’deki eski stadının yolunu tutarken etrafta yüzlerce Fenerbahçe formalı taraftarın hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek stada yürüyüşüne şahit olmuş, stadyum kapısında stadın içinden gelen müthiş uğultudan etkilenmiştim. İçeri adımımı atıp gördüğüm yemyeşil zemin ile tribünlerden gelen kulakları sağır eden tezahüratlar birleşmişti. İçimde adını koyamadığım müthiş bir coşku hissettim. Önce Fenerbahçe marşı çaldı, futbolcular sahaya çıktı, ardından milli marşımızı dinledik. Babamın gözleri dolmuştu. Bu dünyada annenim hayata gözlerini yumması da  dâhil  olmak üzere babamı ağlatan tek şey milli marştı. Naim Süleymanoğlu halterde dünya rekoru kırınca, Galatasaray Manchester United’ı 1993’te eleyince ya da Türk kızı Süreyya Ayhan 1.500 metre’de altın madalya kazanınca Babam, babalarımız, okul arkadaşlarımız, mahallenin bakkalı, kendimizde dâhil olmak üzere çevremizdeki herkes mutluluktan havalara uçardı. Ertesi gün hayatımızda değişen hiç bir şey olmadığının, bir şeylerin sürekli bizim aleyhimize geliştiğinin, bir şeylerin sürekli ters gittiğinin farkında olmadan yeni bir güne başlardık.
 O gün de dünya devi Bayern Münih’i 3-2 yenerek dize getirmiştik. İşte futbol burjuvazinin tam da istediği gibi bizim ülkemizde de bu milliyetçi duygular üzerinden yükselmekteydi. Fenerbahçe kurtuluş savaşında Anadolu’ya silah kaçırmış, işgalci İngiliz ordusunun takımlarıyla maçlar yapmış, Galatasaray 2000’de UEFA kupasını kazanmış, milli takım 2002’de dünya üçüncüsü olmuş, Trabzonspor Aston Villa’yı elemiş, Beşiktaş Chelsea’yı Stamford Bridge’de “bozguna uğratmış” vs. şeklinde örnekleri arttırabiliriz.
 Futbol söz konusu olduğunda mücadelenin biçimi ve fanatizm işte bu koşullar üzerinde şekillenmekte. Oysa biz sosyalistlere düşen görev öncelikle sınıfsız bir toplumun varoluş mücadelesine öncülük etmek, başka ülkelerin işçi sınıfıyla kardeşleşmek, dünyayı sınırlarından bağımsız olarak işçiler ve patronlar olarak görmek ve bu bilinci tüm sınıf kardeşlerimize anlatmak için her koşulda mücadele etmektir.
 Bugün benim için Alman burjuvazisiyle, Alman kapitalist devletiyle Türk burjuvazisi veya Türk devleti arasında herhangi bir fark kalmamıştır. İşte tam da bu sebeple ben bugün “Kahrolsun ABD, Kahrolsun İsrail” diyemiyorum. Önce söylemem gereken “Kahrolsun Türk Burjuvazisi”dir, sonra "Kahrolsun ABD Emperyalizmi"dir vs. Futbol artık bir spor olmaktan çıkmış ve sınırları dünyayı aşmıştır. Futbol artık bahisleri, naklen yayın gelirleri, transfer borsası, sponsorluk anlaşmaları, forma satışları, futbol işçilerinin köle gibi alınıp satılmasıyla büyük bir endüstri (kâr kapısı) haline gelmiştir. Futbolun aktörleri, futbolu yönetenler, futbolun patronları, futbolu oynayan futbol işçileri ve bütün bu sektörün dönmesini sağlayan asıl baş aktörler olarak izleyiciler, taraftarlar, yani bizler, daha açık bir ifadeyle işçi sınıfının ta kendisidir. Ve unutulmamalıdır ki, futbolun patronlarıyla futbolun seyircileri olan biz işçiler arasındaki uçurum daha yüzyıl öncesinden bir daha hiçbir zaman kapanamayacak şekilde açılmıştır.
 Bugün taraftarı olduğumuz spor kulübünü yönetmek, yönetimde söz sahibi olmak, kararlara ortak olmak gibi haklar elde etmek mümkün olmadığı gibi, aslında açılan bu uçurum sebebiyle de böyle bir şeye niyetlenmek aklımızın ucundan bile geçmemektedir. Bize daha çocukluk yıllarımızda enjekte edilen milliyetçilik ve fanatizm sebebiyle futbolu izlerken aklımızdan geçen tek şey her ne pahasına olursa olsun karşımızdaki rakibi yerle bir etmektir. Önce tuttuğumuz takımın büyüklüğünü ulusal sınırlar içerisinde, sonra ise bütün dünyaya göstermek güdüsüyle fanatizm ve milliyetçiliği körüklemek, biz işçi sınıfını parçalara bölerek yutmak, bizi birbirimize düşman etmek, sınıf bilincinden uzak tutmak, sınıf kardeşimizin çıkarlarındansa futbol patronlarının çıkarlarını korumak, Aziz Yıldırım örneğinde olduğu gibi başkanımız içeri atıldığında on binler olarak sokağa dökülmek, ancak tam da maç izlerken yapılan yasa değişikliklerine, zamlara ses çıkarmamak, vs. yıllardır futbol sayesinde bize güzel güzel yedirilmektedir.
 Futbolun son tahlilde bir oyun olduğunu unutmayalım. Biz sosyalistlere düşen en önemli görev önce kendi içimizdeki futbol şovenizmiyle hesaplaşmak, sonrasındaysa akılları futbolla meşgul edilen sınıf kardeşlerimize endüstriyel futbol illetinden uzak durabilmeleri için yardımcı olmaktır. Herkesin eşit olduğu sınıfsız ve sınırsız bir topluma giden yolda İMD olarak kadınların da içinde olduğu, skor tutulmayan futbol maçlarıyla(!) futbolun güzelliklerini hep beraber yaşayalım.
 Öfkemizi futbolla değil, sınıf mücadelesiyle kusalım. Zafere sahada değil, alanlarda kilitlenelim. Bu yolda ilk adım olarak 21 Aralık Çarşamba günü sağlık emekçilerinin grevine destek verelim ve tabii, İMD'de örgütlenelim, güçlenelim!  

19 Aralık 2011 Pazartesi

İMD'de "Futbol"u Konuştuk!

Dün İMD’de “Endüstriyel Futbol” konulu söyleşimizin konuğu Birgün gazetesi spor yazarı ve Eurosport spikeri Dağhan Irak’tı. Salonun tamamının dolu olduğunu gören konuğumuz, mutlu bir şaşkınlıkla  “bayağı  kalabalıkmış” dedi. Konuğumuzun bu sözleri, derneğimizin sıcak olan ortamını daha da ısıttı.
Konuğumuz  futbol ve  kapitalizm ilişkisini tarihsel örnekleriyle anlattı bize. Salondaki arkadaşların birçoğu olarak ilk defa duyuyorduk bunları. Bu yüzden pürdikkat konuğumuzu dinledik. Bir kez daha gördük ki ”futbol, asla sadece futbol değildir”.

Neler öğrenmedik ki... Modern futbolun aslında işçi sınıfı sayesinde yaygınlaştığını, futbol sahalarının dikdörtgen olmasının fabrika arazisinin dikdörtgen olmasından kaynaklandığını, aynı şekilde futbolun “belli bir saat dilimi içinde oynanması”nın temelinde, işçilerin yalnızca öğle paydoslarında ve dolayısıyla kısıtlı bir zamanda  futbol oynamasının olduğunu, futbol kulüplerini ilk işçi sınıfı kurmasına karşı zamanla sermayenin eline geçtiğini, şike meselesini…
 Ama özellikle anlatılması gereken bir örnek var ki, futbolda sınıf çelişkisini çok net bir şekilde gösteriyor: Galatasaray başkanı, Seyrantepe’deki yeni stadyumda diğer kulüplerin başkanlarını gezdirirken stadyum inşasında çalışan biri Fenerbahçeli, öteki Galatasaraylı iki işçi, ellerinde takımlarının atkılarıyla kardeşçe el ele verip başkanları selamlıyor stadyumda. Ve Fenerbahçeli işçi orada Fenerbahçe kulüp başkanının gözleri önünde dövülüyor!  Başkan sessini bile çıkarmıyor. Dahası o işçi sonra işten atılıyor, Fenerbahçe başkanı yine sessiz...
İşte futbolda da sınıf savaşımın sürdüğünün en güzel örneği. Bir Fenerbahçeliler var, bir de diğer “Fenerbahçeliler” var. Bir Galatasaraylılar var, bir de diğer “Galatasaraylılar” var!
Kapitalizm ve futbol ilişkisi konusunda bizleri aydınlatan Dağhan Irak’a buradan da teşekkür etmeyi bir borç biliriz. Ben panele katılmaktan büyük zevk duydum, devamını bekleriz!

17 Aralık 2011 Cumartesi

İMD Metal İşçileri Bildirisi

MİLİTAN SENDİKACILIK ANLAYIŞINI YÜKSELTELİM!
Mücadeleci metal işçileri,
Birleşik Metal-İş’in 18. Kongresinin yapıldığı bugünlerde biz işçiler için son dört yılın muhasebesini yapmak ve “nasıl bir sendika istiyoruz?” sorusuna cevap bulmak bir zorunluluktur.
NASIL BİR SENDİKA İSTİYORUZ?
1.  Sermaye ve devletle işbirliği yapmayan,
2.  Her koşulda işçi haklarını savunan, savunurmuş gibi yapmayan,
3. İşçilerin kendi arasında örgütlendikten sonra kapısını çaldığı değil, işçilerin kapısına giderek örgütlenme çalışması yapan,
4. İşyerlerinde, şubelerde ve bölgelerde seçilmiş temsilcilerin çeşitli ayrıcalıklar elde etmek amacıyla değil, gerçekten sınıf çıkarlarını savunmak amacıyla hareket ettiği,
5. Sendikacılığın % 50+1 gibi matematiksel hesaplara indirgenmediği, sınıf bilinçli işçilerin sayısını arttıracak ve işçileri yarının zor zamanlarına hazırlayacak,
6.  İşçilerin toplu sözleşme süreci başta olmak üzere her türlü süreç hakkında bilgilendirildiği ve alınan kararlarda doğrudan söz sahibi olduğu şeffaf bir sendikacılık anlayışını benimseyen,
7. Başta üyeleri olmak üzere işçileri alınan her türlü kararı sorgulayabilecek sınıf bilinçli işçilere dönüştürmeyi ilke edinen,
8. Kendi sendikasının dışındaki işçilerin de haklarını savunarak sadece tek bir işyeri ya da sektöre hapsolmadan tüm işçilerin, işsizlerin, kayıt dışı çalışan işçilerin ve ev işçilerinin haklarını savunan bir sendikacılık anlayışı.
İşçi Mücadele Derneği (İMD) olarak diyoruz ki;
Elbette ki dert ekmeğimizi büyütmek, ama tek dert bu değil! Sermayenin bize yalnızca işyerlerimizde değil, hayatın her alanında örgütlü şekilde saldırdığı kapitalist düzende işsizlik, açlık, savaşlar gibi her türlü soruna karşı dünya işçi sınıfı olarak militan, yani direngen, kararlı ve bilinçli bir mücadele yürütmekten başka çaremiz yok.
Bu adaletsiz düzeni yok edecek olan, dünyadaki tüm değerleri üreten biz işçilerin örgütlü mücadelesidir. İşte bu yüzden bugün mücadele etme kararlılığını göstermiş Philips, Sinter, Gürsaş, Casper, Samka, Çelmer, Civtaş, Mutaş vb. işçilerinin yanında, mücadele alanlarında olmak bizim için bir görevdi ve biz bu direnişlerden önemli dersler çıkardık.
Gördük ki,
Sendikalar, işçileri bir sınıfın parçası olarak örgütlemedikleri, işçileri aileleri ve sosyal çevreleriyle birlikte kazanamadıkları (işçilerin aynı zamanda evi olamadıkları), bununla birlikte işçilerin sendika üyeliğini aidat vermekten öteye tanımlayamadığı ve sendikayı kendileri olarak değil de ayrı bir kurum olarak görerek kendisi adına karar almasına karşı çıkmadığı sürece kaybetmeye mahkûmdur.
Oysa SENDİKALAR İŞÇİLERDEN BAĞIMSIZ BİR KURUM DEĞİL, İŞÇİLERİN BİRLİĞİDİR yani İŞÇİLERİN TA KENDİSİDİR! İşçi sınıfının verdiği mücadeleyle kurulmuştur ve yine işçi sınıfının mücadelesine göre şekillenecektir!

İŞÇİ MÜCADELE DERNEĞİ tüm Birleşik Metal-İş delegelerini, işçi sınıfının yalnızca ekonomik değil her türlü demokratik hak mücadelesine sahip çıkacak, yalnızca işçilere yönelik saldırılar arttığında değil öncesinde de eylem örgütleyecek, işçileri sınıf bilinçli ve örgütçü işçilere dönüştürmeyi ilke edinen ve hayatın her alanında sınıf mücadelesini savunan militan sınıf sendikacılığına çağırıyor!
Gelin hepimiz birer örgütlenmeci olarak çalışarak işyerlerimizi, evlerimizi ve mahallerimizi birer mücadele alanına dönüştürelim!
Çünkü,
İşçi sınıfının Kurtuluşu Kendi Eseri Olacaktır.

Tüm işçileri sınıfımızın ortaklaşması ve güçlenmesi mücadelesinde, İşçi Mücadele Derneği olarak Kartal’daki derneğimizde düzenlediğimiz toplantı ve etkinliklere de bekleriz.

Adres: Acıçeşme Sok. No:11/1 KARTAL

15 Aralık 2011 Perşembe

Yunanistan'da Son Durum (14 Aralık 2011 Notları)

Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkilileri, Yunanistan burjuvazisine 150 bin kamu işçisinin daha işten çıkarılması konusunda "rica"da bulundu. Yunanistan'da Kasım ayı sonunda 20 bin kamu işçisi zaten yedekte bekletilmeye alınmıştı. Şimdi de 2015 yılına kadar parça parça 150 bin işçi işten çıkartılacak. İlk çıkarılacakların sayısı 40 bin! Ayrıca kamu işçilerine prim olarak verilen 13'üncü ve 14'üncü maaşlarda da kesintiler yapılması planlanıyor. Özel sektörde çalışan işçilerin ücretleri düşürülerek, Portekiz'de olduğu gibi 450 Euro civarına çekilmesi de yakın dönemde hayata geçmesi beklenen uygulamalar arasında yer alıyor. 
Burjuvazi sorumlusu olduğu krizin faturasını, yalnızca Türkiye'de değil, dünyanın her yerinde işçilerin sırtına bindiriyor ve her geçen gün bu yükü ağırlaştırıyor! Yunanistan'daki Kamu Emekçileri Konfederasyonu, bu konuyla ilgili yaptığı açıklamada, uygulamanın başladığı 28 Kasım'ı "lanetli bir gün" olarak nitelendirerek, söz konusu uygulamayı engellemek için mücadele etmekte kararlı" olduklarını açıkladı. 
Yunanistan'da işçi sınıfı mücadelesi devrimin eşiğine geldi. Ancak devrimci bir işçi sınıfı partisinin yokluğu nedeniyle aylardır o eşik geçilemiyor. 
Fakat buradan hareketle, Yunan işçi ve emekçilerine “dur” demek doğru değildir. İşçi sınıfı doğru bir önderlikten yoksundur, ama örgütsüz değildir. Yunanistan işçi sınıfı doğru bir önderlikten mahrum olmasına karşın, işlerin kolaylıkla devrime doğru ilerleyeceği bir aşamaya gelmiştir. Bugün Yunanistan’da yaşananları devrimci durum diye nitelendirmek yanlış olmaz: İşçi sınıfı tüm toplumu vuran bir kriz ortamında uzunca süredir kitleler halinde sahneye çıkmış, hükümeti karşısına almış, fakat henüz devlet iktidarıyla hesaplaşacak eylemlere girişmemiştir. (Yunanistan Devrime mi Gidiyor, Sinan KARASU)
Ayrıca bkz. Yunanistan'da Kriz ve Sınıf Mücadelesi, Harun YILMAZ

13 Aralık 2011 Salı

Kahrolsun Festus Okey'in Katilleri!

20 Ağustos 2007’de gözaltında burjuva devletin polislerince öldürülen Nijeryalı Festus Okey’in duruşması bugün sonuçlandı ve katil devlet yine adamlarını korudu: Beyoğlu karakolundan polis memuru Cengiz Yıldız 4 yıl 2 ay ceza aldı. Dahası Festus Okey’in avukatından gelen bilgiye göre, mahkeme başkanı bu cezayı bile ilk başta “çok” görmüş ve para cezasına çarptırılmasını teklif etmiş!
Biz işçiler açısından bu davanın anlamı açıktır: Festus Okey'in katillerine 4 yıl 2 ay ceza veren devlet ezenlerin devletidir, işkenceci katillerin devletidir. Kahrolsun burjuva "adalet"i!  
Kapitalist toplumda katmerli bir şekilde ezilen bir insandı Festus Okey! Festus Okey'in katledilmesi onun hem emekçi kimliğine, hem göçmen kimliğine, hem de siyahi kimliğine bir saldırıdır. 

adımizleri

Lenin’in Ne Yapmalı?’daki uyarısını hatırlayarak toplumdaki tüm ezilenlere sahip çıkmak sınıf bilinçli işçilerin görevidir.
“İşçilere kendilerinin siyasal bakımdan ezildiklerini açıklamak yetmez. Bu baskının her somut örneği ele alınarak ajitasyon yürütmek gerekir. Bu baskı toplumun çeşitli sınıflarını etkilediğine göre, hayatın ve faaliyetin en çeşitli alanlarında (meslek, genel yurttaşlık, özel hayat, aile, din, bilim vb.) tezahür ettiğine göre, siyasal teşhiri tüm yönleriyle örgütlemeye girişmediğimiz takdirde, işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimizi yerine getiremeyeceğimiz çok açık değil midir?
Eğer işçiler, hangi sınıfı etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, kaba kuvvet ve suiistimalin her türlüsüne karşı tepki gösterecek şekilde eğitilmezlerse ve dahası bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, komünist açıdan tepki gösterecek şekilde eğitilmezlerse, işçi sınıfının bilinci, gerçek bir siyasal bilinç sayılamaz. Eğer işçiler, diğer toplumsal sınıfların her birini, entelektüel, manevi ve siyasi yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve öncelikle güncel siyasal olaylardan ve olgulardan yararlanmasını öğrenmezlerse, emekçi kitlelerin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olamaz.” 

Panel: Bir Sınıf Savaşı Olarak Futbol

Birgün gazetesi yazarı ve Eurosport Türkiye spikeri Dağhan Irak’la “futbol”u konuşuyoruz.
Dağhan Irak Kimdir?
Tek bir spor dalı ve tek bir sınıf perspektifi bilen burjuva medyanın yazarlarına inat, futbolu diğer sporlardan ayrı ele almayı ve erkeklerin tekeli olarak görmeyi reddeden,
Sporla ilgilenirken, dünyanın geri kalanını unutmayan, Taraf’taki köşesinden, “Sayfaları hazırlayan ve kendimi gönülden borçlu hissettiğim spor servisi emekçileri ücretlerini alamazken yazmaya devam edemezdim. Onların toplu istifasını destekliyorum” diyerek ayrılan bir spor emekçisi sosyalist.


 Bir...İki...Bir...İki...Üç...Daha fazla Sócrates! Daha fazla Futbol! 

Kendisiyle hem genel olarak futbol (ve tabii biz işçilerin cephesinden futbol) üzerine konuşacağız, hem de futbolda şike meselesine değineceğiz.
Herkesi bekliyoruz.
18 Aralık Pazar Saat 14.30
Yer: İMD 
Adres: Yukarı Mah. Acıçeşme Sok. No. 11/1 Kartal.