20 Aralık 2011 Salı

İMD ile Bir Pazar Günü, İMD ile Bir Hayat

Dün derneğimizde futbolun sınıf çelişkileri üzerine bir söyleşi düzenledik. Gazeteci Dağhan Irak’ın katılımıyla oldukça verimli geçen söyleşide dünya futbolunun tarihsel süreci, bu süreçte yaşasan sınıf karşıtlıkları, Türkiye’de futbolun gelişimi, güncel konular, şike soruşturması ve en önemlisi dünya işçi sınıfı olarak kitleleri peşinden sürükleyen Futbol Endüstrisinde nasıl bir yer tuttuğumuz üzerine uzun uzun tartışma fırsatı yakaladık. 
 14.30'da başlayan söyleşi öncesinde ise Taksim’de sağlık sisteminin performansa, daha çok tetkik, daha çok tıbbi girişim, daha çok hasta mantığına, sosyal güvencesi olmayanın tıbbi hizmetlerden yararlanamaması mantığına dayanmaması için; tıp fakültelerinde ve eğitim araştırma hastanelerinde eğitim gören öğrenci ve asistanların niteliksiz eğitim görmelerine karşı çıkmak için yapılan yürüyüşteydik. Diğer sol oluşumlarda işler nasıl yürüyor bilmiyorum ama İMD'nin içerisinde olduğum bu kısa sürede görüyorum ki, “mücadele” kelimenin tam da anlattığı şekilde ve en doğru haliyle burada uygulanıyor. Teori ile pratiğin iç içe geçmişliği bizleri inandığımız ve uğruna mücadele ettiğimiz gerçeklere daha da sıkı sıkıya bağlıyor.
 Futbol neden yalnızca “futbol” değil? "Bir topun peşinde koşan 22 tane adam" neden hayatımızda bu kadar önemli bir yer tutuyor? Ben bu sorunun cevabını kendimce verebilirim.
 Almanların efsanevi kalecisi Toni Schumacher 1989-91 yılları arasında Fenerbahçe forması giymişti. Babam beni Schumacher’in jübile maçına götürdü. Bu benim hayatımda gittiğim ilk futbol karşılaşmasıydı. Fenerbahçe’nin Kadıköy’deki eski stadının yolunu tutarken etrafta yüzlerce Fenerbahçe formalı taraftarın hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek stada yürüyüşüne şahit olmuş, stadyum kapısında stadın içinden gelen müthiş uğultudan etkilenmiştim. İçeri adımımı atıp gördüğüm yemyeşil zemin ile tribünlerden gelen kulakları sağır eden tezahüratlar birleşmişti. İçimde adını koyamadığım müthiş bir coşku hissettim. Önce Fenerbahçe marşı çaldı, futbolcular sahaya çıktı, ardından milli marşımızı dinledik. Babamın gözleri dolmuştu. Bu dünyada annenim hayata gözlerini yumması da  dâhil  olmak üzere babamı ağlatan tek şey milli marştı. Naim Süleymanoğlu halterde dünya rekoru kırınca, Galatasaray Manchester United’ı 1993’te eleyince ya da Türk kızı Süreyya Ayhan 1.500 metre’de altın madalya kazanınca Babam, babalarımız, okul arkadaşlarımız, mahallenin bakkalı, kendimizde dâhil olmak üzere çevremizdeki herkes mutluluktan havalara uçardı. Ertesi gün hayatımızda değişen hiç bir şey olmadığının, bir şeylerin sürekli bizim aleyhimize geliştiğinin, bir şeylerin sürekli ters gittiğinin farkında olmadan yeni bir güne başlardık.
 O gün de dünya devi Bayern Münih’i 3-2 yenerek dize getirmiştik. İşte futbol burjuvazinin tam da istediği gibi bizim ülkemizde de bu milliyetçi duygular üzerinden yükselmekteydi. Fenerbahçe kurtuluş savaşında Anadolu’ya silah kaçırmış, işgalci İngiliz ordusunun takımlarıyla maçlar yapmış, Galatasaray 2000’de UEFA kupasını kazanmış, milli takım 2002’de dünya üçüncüsü olmuş, Trabzonspor Aston Villa’yı elemiş, Beşiktaş Chelsea’yı Stamford Bridge’de “bozguna uğratmış” vs. şeklinde örnekleri arttırabiliriz.
 Futbol söz konusu olduğunda mücadelenin biçimi ve fanatizm işte bu koşullar üzerinde şekillenmekte. Oysa biz sosyalistlere düşen görev öncelikle sınıfsız bir toplumun varoluş mücadelesine öncülük etmek, başka ülkelerin işçi sınıfıyla kardeşleşmek, dünyayı sınırlarından bağımsız olarak işçiler ve patronlar olarak görmek ve bu bilinci tüm sınıf kardeşlerimize anlatmak için her koşulda mücadele etmektir.
 Bugün benim için Alman burjuvazisiyle, Alman kapitalist devletiyle Türk burjuvazisi veya Türk devleti arasında herhangi bir fark kalmamıştır. İşte tam da bu sebeple ben bugün “Kahrolsun ABD, Kahrolsun İsrail” diyemiyorum. Önce söylemem gereken “Kahrolsun Türk Burjuvazisi”dir, sonra "Kahrolsun ABD Emperyalizmi"dir vs. Futbol artık bir spor olmaktan çıkmış ve sınırları dünyayı aşmıştır. Futbol artık bahisleri, naklen yayın gelirleri, transfer borsası, sponsorluk anlaşmaları, forma satışları, futbol işçilerinin köle gibi alınıp satılmasıyla büyük bir endüstri (kâr kapısı) haline gelmiştir. Futbolun aktörleri, futbolu yönetenler, futbolun patronları, futbolu oynayan futbol işçileri ve bütün bu sektörün dönmesini sağlayan asıl baş aktörler olarak izleyiciler, taraftarlar, yani bizler, daha açık bir ifadeyle işçi sınıfının ta kendisidir. Ve unutulmamalıdır ki, futbolun patronlarıyla futbolun seyircileri olan biz işçiler arasındaki uçurum daha yüzyıl öncesinden bir daha hiçbir zaman kapanamayacak şekilde açılmıştır.
 Bugün taraftarı olduğumuz spor kulübünü yönetmek, yönetimde söz sahibi olmak, kararlara ortak olmak gibi haklar elde etmek mümkün olmadığı gibi, aslında açılan bu uçurum sebebiyle de böyle bir şeye niyetlenmek aklımızın ucundan bile geçmemektedir. Bize daha çocukluk yıllarımızda enjekte edilen milliyetçilik ve fanatizm sebebiyle futbolu izlerken aklımızdan geçen tek şey her ne pahasına olursa olsun karşımızdaki rakibi yerle bir etmektir. Önce tuttuğumuz takımın büyüklüğünü ulusal sınırlar içerisinde, sonra ise bütün dünyaya göstermek güdüsüyle fanatizm ve milliyetçiliği körüklemek, biz işçi sınıfını parçalara bölerek yutmak, bizi birbirimize düşman etmek, sınıf bilincinden uzak tutmak, sınıf kardeşimizin çıkarlarındansa futbol patronlarının çıkarlarını korumak, Aziz Yıldırım örneğinde olduğu gibi başkanımız içeri atıldığında on binler olarak sokağa dökülmek, ancak tam da maç izlerken yapılan yasa değişikliklerine, zamlara ses çıkarmamak, vs. yıllardır futbol sayesinde bize güzel güzel yedirilmektedir.
 Futbolun son tahlilde bir oyun olduğunu unutmayalım. Biz sosyalistlere düşen en önemli görev önce kendi içimizdeki futbol şovenizmiyle hesaplaşmak, sonrasındaysa akılları futbolla meşgul edilen sınıf kardeşlerimize endüstriyel futbol illetinden uzak durabilmeleri için yardımcı olmaktır. Herkesin eşit olduğu sınıfsız ve sınırsız bir topluma giden yolda İMD olarak kadınların da içinde olduğu, skor tutulmayan futbol maçlarıyla(!) futbolun güzelliklerini hep beraber yaşayalım.
 Öfkemizi futbolla değil, sınıf mücadelesiyle kusalım. Zafere sahada değil, alanlarda kilitlenelim. Bu yolda ilk adım olarak 21 Aralık Çarşamba günü sağlık emekçilerinin grevine destek verelim ve tabii, İMD'de örgütlenelim, güçlenelim!  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder