15 Şubat 2015. Günlerden Pazar. Soğuk bir günde metrobüsten
inmiş evime doğru, biraz da üşüyerek yürüyordum. Metrobüsle evim arası dümdüz
sokaklardan oluşan bir yoldan ibaret. Beylikdüzü’nün hemen hemen en sessiz
yerleri olan bu sokaklarda yürürken, ilk kez içimde bir korku hissettim.
Geçtiğim sokaklardan birinde, tanımadığım bir erkekle birlikte yürüyor olmaktı
beni bu derece korkutan. Aniden hızlanan adımlarım, nefes nefese kalmalarım ve
evime yaklaştıkça azalan korkum, o güne kadar evime giden o sessiz sakin yolda yaşadığım
bir ilkti benim için.
Tanımadığım bir erkekle aynı sokakta yürürken “İleride
birileri var mı acaba?” diye debelenişlerimi, hızlanmalarımı ve korkarak
hafifçe kafamı arkama çevirip tekrar hızlanmalarımı fark etmişti belki o da arkamda
yürürken. Belki bir anlam verememişti, belki haklı bulup beni korkutmamak için
yavaşlamayı seçmişti, ya da belki de haklıydı korkularım. Ama asıl soru şu;
neden aylardır hiç korkmadan, kulağımda kulaklığımla salına salına yürüdüğüm o
yolda, o akşam o kadar çok korkmuştum? Korktuğum şey karanlık mıydı, sokak
ışıkları mıydı, yoksa can güvenliğimin tehlikede olduğu düşüncesi mi? Neden bir
erkek, aniden kalp atışlarımı korku ile hızlandırıp adımlarımı hızlandırmış,
hatta “Babamı mı arasam, beni gelip alır belki?” diyebilecek kadar paniğe
kapılmama neden olmuştu? Arkamda yürüyen bir erkek değil de bir kadın olsa aynı
şeyleri hisseder miydim o akşam?
Şimdi de bir gün öncesine gidelim. 14 Şubat 2015. Mutlu uyanmış,
hazırlanmış bir şekilde işe gitmek için yola koyulmuştum ve metrobüsteydim.
Sabah saatlerinin o kalabalık metrobüse binme savaşını başarılı bir şekilde
atlatmış durumdaydım ve oturuyordum. Haber okumak için takip ettiğim sitelerden
birine girmem ile birlikte, tüylerimi ürperten, içimi acıtan, kanımı donduran o
haberle karşılaşmam bir oldu.
Üniversite öğrencisi genç bir kadın. Mersin’de okuyor. Çağ
Üniversitesi birinci sınıf öğrencisi. Bir gün arkadaşıyla buluşmuş. Bir AVM’de
birlikte güzel bir gün geçirmişler ve minibüse binmiş. Arkadaşı ile durakta
ayrılmışlar. Sonra o, minibüsteki tek yolcu olarak yolcuğuna devam etmeye
başlamış. Buraya kadar her şey ne kadar normal değil mi? Ne kadar gündelik? Ne
kadar sıradan bir gün akışı, rutin yaşayan bir insan için… Peki sonrası?
Olayın devamını 2 çocuk babası minibüs şoförü katil Suphi
Altındöken anlatıyor; “Tecavüz etmeye çalıştım, direndi, ben de bıçakladım. Kaç
kere sapladığımı hatırlamıyorum. Ölmediğini görünce levye ile kafasına
defalarca vurdum. Sonra cesedi kaybetmek için benzin döküp yaktım. Cesedi
gömecek vaktimiz yoktu.”
20 yaşında bir genç kadın. Minibüs şoförüne neden başka bir
yola saptığını soruyor. Şoför saldırıyor, bıçaklıyor, kaç kere sapladığını
hatırlayamayacağı kadar çok ve canavarca saplıyor. Ölmediğini görünce defalarca
levleyle vuruyor. Levyesiyle, bıçağıyla saldıran bir katil, savunmasız bir
kadının tırnaklarından korkuyor, bileklerini kesip saklıyor, yaptığı
canavarlığı gizleyebilmek için. Ama bir şeyi unutuyor. Faydasız kalsa da kendini
korumaya çalışmıştı Özgecan. Korkuyla kendini savunmuştu. Kollarını da kesse
katilinin yüzünde hala duruyordu Özgecan’ın savunmaları, çırpınışları yani
tırnak izleri.
Bu insani ifadeler ile anlatılması mümkün olmayan olayı
okuduktan sonraki ilk akşamda, eve yaklaşırken bir minibüs geçti yanımdan. Her
sabah tıklım tıklım dolu, akşamları ise neredeyse bomboş olan bir minibüstür bu
bahsettiğim minibüs. Ama o akşam doluydu. İlk kez, yanımdan geçen minibüse
binmiş olmak istemedim. İlk kez “Ben beklesem gelmez, bende zaten şans olsa…”
demek yerine, arkasından bakıp düşüncelere daldım. Aklımdan geçen düşünceler
biriktikçe öfkelendim, hüzünlendim.
Bir kadın gördüm minibüsün içinde. Camdan dışarı bakıyordu
kadın. İşten dönüyordu belki de. Yorgun görünüyordu. Belki de o da Özgecan gibi
arkadaşının yanından ayrılmış, evine gidiyordu. Neyse ki yalnız değildi dedim.
Neyse ki doluydu minibüs. Bir toplu taşıma aracının içine bakıp, bir kadın için
“Neyse ki yalnız değildi.” diyebilmekti belki de kendimi bir kez daha güvensiz
hissetmeme neden olan.
Şiddetin ne olduğunu çok küçük yaşlardan beri çok iyi bilen,
bizzat yaşayan bir kadın olarak düşündüm o akşam. Düşündükçe acıdı içim. Daha
kaç kadın yalnız kalacaktı? Daha kaç kadın yalnız olmaktan korkacaktı? Kaç
kadın kaçacaktı? Kaç kadın direnecekti ama yenilecekti? Kaçı yenildiği için
canından olacaktı? Kaç kadın gerekiyordu artık bir şeyler yapmak için? Kaç
kadının daha ölmesi gerekiyordu, televizyon kanallarına çıkan, sanatçı lafını
yerlerde süründüren insanların “Neden o saatte minibüsteymiş?” şeklindeki
insanlıktan, adaletten nasibini almamış kişilerin zulmü, vicdansızlığı
görebilmesi için?
Hangi saat aralığında minibüse binilmeli ki tecavüz edilip
bileklerimizin kesilmeyeceğinin, sonrasında cesedimizin yakılmayacağının bir
garantisi olsun? Neden sorgulanıyor 21 yaşındaki bir kadının hayatı? Minibüse
bindiği saat? Bu nasıl bir sorgulama ki yaşadığı vahşet değil, Özgecan
sorgulanıyor! Sadece Özgecan mı? 7 yıl öncesinden can alıcı bir örnek vermek
istiyorum. Hatırlayın; 8 Mart 2008’de Milano’dan başlayıp Slovenya,
Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin
güzergahından, Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı Tavşanlı Köyü yakınlarında
Ballıkayalar mevkiinde tecavüze uğramış ve boğularak öldürülmüş olan “Barış
Gelini Pippa Bacca” için “Gelinlikle orda burda ne işi var pardon da?“ denmedi
mi? Otostop çektiği için tecavüzü hak edip etmediği sorgulanmadı mı? Beş ülkeyi
özgür bir şekilde gezmiş bir insan, en sonunda Türkiye’de acımasızca
katledilmedi mi? Bu “normal(!)” karşılanmadı mı? Bu ve daha birçok örnek ve bu
örneklere yağan tepkiler, kadın cinayetlerinin aslında ne kadar da politik
olduğunun bir ispatı aslında.
Kadınların üstündeki cinsiyetçi baskı gittikçe artıyor ve
daha üst seviyelere taşınıyor. Ülkenin resmî kanalına çıkan bir ilahiyatçı
çekinmeden "Hamilelerin sokağa çıkması terbiyesizliktir" diyebiliyor
ve hâttâ bir kısım bakanların da desteğini topluyor. Kadının kahkahasına karışılıyor,
dekoltesine edepsizlik, yürüyüşüne “tahrik oluyoruz” deniliyor hatta kadın “Pembe
Otobüs” saçmalığı altında, gittikçe yalnızlaştırılıp “koruma” adı altında özgür
hayatından koparılıyor. Ve bu yapılacağı söylenenler, büyük ölçüde yandaş medya
katkısıyla, normalleştirilip gerekliliği kabul ettirilmeye çalışılıyor.
Ne otobüsün rengi ne de bu gibi başka bir şey çözüm değil,
olamaz da. Biz devrimcilere burada düşen görev, cinsiyetçilikten uzak durarak,
çözümün asla kadını özgür hayatından koparmak olmadığını anlatmak ve kadını
kısıtlanmakla korumak arasındaki ince çizgi için farkındalık yaratmaktır.
“Ben zaten kadın-erkek eşitliğine inanmıyorum” diyen bir
cumhurbaşkanı, “Kadınlar iş aradığı için, işsizlik yüksek” diyen bir maliye
bakanı ve “Tecavüzcü, kürtaj yaptıran tecavüz kurbanından daha masumdur.” diyebilen
bir İnsan Hakları Komisyonu Başkanı ile aynı ülke (hatta aynı gezegen) sınırları
içinde yaşıyor olmamız sakın ola bizleri umutsuzluğa düşürmesin!
Şimdi daha da ayağa kalkmalıyız! Özgecan için, Barış Gelini
için, “Bir tane kız mıdır kadın mıdır bilmem” denilen Dilşat Aktaş için,
Münevver Karabulut ve diğerleri için daha da dik durmalıyız! Onların susturulan
seslerine ses olma vakti!
Bu bir erkek düşmanlığı değil; aksine, cinsiyetçiliğin
doğurduğu kadın düşmanlığına karşı bir haykırıştır! Kadının erkek egemen
toplumdaki ezilmişliğine, baskılara yenilişine, katledilişine seslenen bir
yakarıştır. Bu sadece kadınlara değil; tüm insanlığa yapılan bir çağrıdır. Hep
beraber haykırma vaktidir!
KADIN ERKEK ELELE, MİLİTAN MÜCADELEYE!
İstanbul Üniversitesi'nden İMD'li Bir Öğrenci
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder