13 Haziran 2013 Perşembe

31 Mayıs Taksim Direnişi



Bütün gece televizyon izlemek, tweet okumak ve Okmeydanı’ndaki bir çapulcuyla mesajlaşmakla geçiyor. Arkadaşım, polis müdahalesi var dedikten sonra mesaj atmayı kesince aklıma pek iyi şeyler gelmiyor haliyle. Neyse çok şükür bir şey olmamış. Maç ve ders dışında pek bir uğraşını görmediğim, iki hafta sonra LYS’ye girecek olan arkadaşım gece 4’te polisten kaçıyor. Tam bir çapulcu!
Cevabını bildiğim bir soru kafamda dönüp duruyor. “Taksim’e gidecek miyim gitmeyecek miyim?” Az önce mesaj gelmeyince korkmama sebep olan polis bile orda olmam için yeterli. Tabii ki gidiyorum. Evden çıkarken anneme önlerde olmayacağımı söylüyorum. Onunsa dediği, “Kör olan varmış.” Anne sonuçta. Bu durumda kapıyı çarpmak adettendir. Akşam gönlünü alırım, tabii eve dönebilirsem. Gece okuduğum tweet’lerden sonra aklıma geliyor bu ihtimal. Ama “...onurumuzdur, hesabını soracağız” sloganları gülümsememe yetiyor.
Dün Taksim’e gelmek istediğini söyleyip bugünse hık mık eden arkadaşlarım yanımda olsaydı daha umutlu olurdum. O zaman anlıyorum “bir kişi”nin değerini. Olsun ben de tanımadığım çapulcu kardeşlerim için alandayım. Önlerdeyiz, ta ki ilk müdahaleye kadar. Gazdan korunayım derken yanlışlıkla çok fazla geri çekiliyorum, ama amaç geri çekilmek değil, direnmek. Müdahale olduğunda bunu bir unutmasam...
Yine bir müdahalede biber gazı kapsülünden kafaları korumak için çantaları siper edince o hengamede ablamla birbirimizi kaybediyoruz. Artık tek başımayım, susuzluktan ölüyorum, ama “Su ve portakal gazı felç eder” söylentisi dolaşıyor ortalıkta. Bir-iki yudum içebiliyorum. Sonra da “Alkene su katarsan alkol, alkine su katarsan keton oluşur. Allah’ım ben kötü bir şey yapmıyorum. Sınavda bana yardım et” diyorum. Çünkü bir yandan aklıma evinde ders çalışan % 50 geliyor! Nedense ablamı kaybedince bir cesaret geliyor, ortada tek başıma ilerliyorum, kim ne slogan atarsa eşlik ediyorum.
Sokakta görsem yolumu değiştireceğim çapulcu gençler kamyonete çıkmama yardım ediyor, hepsine aşırı sevgi besliyorum. Kamyonetin arkasından bakınca müthiş bir kalabalık... Farklı düşünceler, farklı yaşam tarzları, farklı kılık kıyafet, ama hep birlikteyken o kadar güzeliz ki normalde yolda insan elemekten soramadığım saatlerin hıncını almak istiyorum, herkese tek tek saat sorasım geliyor. Elden ele gezen gaz maskeleri, limon, sirke, su. Biri “Sokak aralarına kaçanları uyaralım, oralarda sıkıştırıyorlar” diyor. “Sıkıştırmak nedir ya? Bizden niye nefret ediyorlar?” diyorum.
Gökyüzüne yakışmayan tehditvari helikopter bir an geliyor tam kafanın üstünde, sanki önümüzdeki gaz bombaları yetmezmiş gibi, sanki biz düşmanmışız gibi. Ama kimse korkmuyor, herkes yuhalıyor ve en önemlisi herkes mutlu. Sadece önündeki iki-üç çapulcuyu görebiliyorsun. Oradan sonrası yok, polisin tam olarak ne kadar önünde olduğunu bilmiyorsun, nereye yürüdüğünü bilmiyorsun, ama korkmadan ilerliyorsun, çünkü dört bir yanındaki çapulculara güveniyorsun. Gerçekten de omuz omuza. Sonra ablamı buluyorum ve Taksim açılmış söylentisi dolaşıyor. 1 Mayıs vukuatından sonra inanması güç. Kesin bir tuzak ya da çapulcuları cesaretlendirmek için söyleniyor. O yüzden ablamla müdahale olursa nerede buluşacağımızı konuşuyoruz. İlerledikçe ilerliyoruz. Ha şimdi müdahale olacak derken, oha Taksim kazanılmış!
Gezi Parkı’na giriyoruz. Esas mesele ağaç değil diyoruz ya kesilen ağaçlar yerde yatarken halk sayesinde hâlâ dimdik duran ağaçları görünce yine anlıyorum. Ben ağaçları katleden bir iktidarı sevemem ki. Bu kararı tek bir kişinin verdiği bir sistemi hiç sevemem. Öyleyse bir yerlerde sorun var demektir. Merak ediyorum acaba başbakan parası yetmediği için neden mahrum kaldı da daha çok para istiyor? Sadece ağaçları değil, halkı gözden çıkartıyor.
Derken iki çapulcu arkadaş hangimizin böreği daha güzel diye uzatınca aç olmasam da geri çeviremiyorum. Sanki başka bir yerdeyiz, hiç eylem gibi değil! Paramparça edilen polis aracını görüyorum. Kamu mallarına zarar verilmesin, evet, ama birçok sorunun cevabı olduğu gibi: “Bir kere biber gazı yersen anlarsın.” Sonrası şenlik havası. Havai fişekler. “Gaz bombası mı, havai fişek mi?” diye soranlar... Türküler ve halaylar. Orada tanıştığım biri sınava hazırlandığımı öğrenince bana kitapçı olduğunu, istediğim kadar kitap alabileceğimi söylüyor. Örnek bir çapulcu.
Dinlenmek için bir binaya giriyoruz. Dışardan “Polis müdahalesi gelecek” sesleri yükseliyor. Bize bu kadar rahatlık fazla tabii. Kıskanıyor musun polis kardeş, gel sen de türkülerimize eşlik et, halayımıza katıl. Sonrasındaki konuşmayı hayatım boyunca unutamam. Sanki birazdan dünyayı kurtarmaya gideceğiz ve bu yolda ölümü bile göze alabiliriz. Pide yerken insan bunu konuşabilir mi? Oradan birinin “N’apsak ki ya eve mi dönsek” dediğini düşünemiyorum. Bu da çapulcu yüreği...
Saçma saçma düşüncelere dalıyorum. Polisle bir odada yalnızım. Ona diyeceğim şey hazır. “Ben senin kızın olabilirdim.” Ben polis olsam bana vuramazdım ya ne bileyim nasıl yapabilir? Bu kadar paranoyaklaşmamı sağlayan direnişin başından beri atılan tweetler, resimler, videolar, tabii bir de 1 Mayıs. Kim bilir bu insanlar daha neler görüp yaşamıştır. Benim dolan gözlerimi hem kimse görmesin hem de herkes görsün beni teskin etsin istiyorum. Son istek biraz bencilce olunca gözlerimi silmeye çalışıyorum.
Telefonum sabahtan beri kapalı. Evdekiler deliye dönmüştür. Saat kaç? Hiçbiri umrumda değil. Zaten annemler sayesinde orada kalamayacağım, ama benim sorunum “Kalmak mı istemiyorum?” “Annemler kalmama iyi ki izin vermiyor” diye düşünüyor muyum düşünmüyor muyum? Bunu kendimi itiraf edemesem de bir günde psikolojimi bozdu iktidarın kini ve kibri ya da sistem her neyse. İnsanlar yaralanıyor, sakat kalıyor, ölüyor. Bütün duygularım normal değil mi? Sonra bir yoldaşa, “Ben eve gidiyorum” diyorum. Ağladığımı görüyor ve “Sen iyi bir insansın evden bize destek verirsin” demesiyle hepsinin ne kadar harika insanlar olduklarını yine anlıyorum.
Ablamın nerede olduğu da belli değil. Doğru düzgün biber gazı yemeden alana girmiş olmasının vicdan azabıyla direnişin sürdüğü Beşiktaş’a gitmiştir. Param da yok ama oradan biri para veriyor hemen. Metrobüse kadar gördüğüm çapulcular iyi ki gelmişim dedirtiyor. Saat 10’a yaklaşıyor. Acaba koştura koştura içki almaya giden var mıdır diye düşünüyorum. Belki hayatım boyunca gece içki alamamamın eksikliğini hissetmeyeceğim ama kim bana bunu yasaklayabilir ki? Ya da gece 10’dan sonra biber gazı neden yasak değil? Metrobüsten inince bambaşka bir hayat canımı çok sıkıyor. Dünyadan habersiz gülüp eğlenen iki sevgili görüyorum. İki boş insan. “Allah rızası için” diyor yerde oturan bir dede. Aldırmadan epeyce yürüyorum sonra geri dönüp cebimdekileri ona veriyorum. Onunla oturup hikayesini dinlemek geliyor içimden ama henüz o kadar değil. Belki bu hep yaptığınız şey ya da yapılması gereken ama ben ilk defa yapıyorum. Böyle bir ortamdan geldikten sonra artık etrafımdakileri görmeden edemiyorum. Gecenin karanlığında hiç de güvenli olmayan yollardan eve yürüyorum. Bu yollar bile bugünün en güvenli yolları, yine de aklım Taksim’de kaldığı için oldukça hüzünlüyüm. Bu saatte ablamsız eve geldiğim için evde yüzleşeceğim annem ve babamıysa düşünmek bile istemiyorum.
Bir Taksim Direnişçisinden

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder