16 Aralık 2012 Pazar

Beyaz Yakalılara Davamızı Anlatmak


Direksiyonu sağa çevirdim ve araç geniş bir açıyla fabrikanın kapısına doğru yöneldi. “Tüm bu bilgiye sahip olduğun halde bu mesleği seçmiş olman senin için çok zor olmalı” dedi. “Mesleği seçmiş olmak!” Yol boyunca uzun uzun konuşmamıza rağmen finalde kurduğu cümle beni hayal kırıklığına uğratmıştı. En azından meslek seçebilmenin ne denli imkânsız olduğunu anlamış olmasını beklerdim. Hayat, özgürlük, toprak, emek, üretim, din, yurt, millet, demokrasi, terörizm, tarih ve daha birçok konuda onlara göre radikal fikirlerim vardı. Hepsinin doğruluğundan emin olmak için uzunca bir süre sorgulamış ve ikna olmuştum. Aslında hâlâ sorguluyordum. Yeni şeyler öğrenmek, bilgilerimi pekiştirmek, derinleştirmek için büyük bir iştahım vardı. Ancak bu radikal fikirlerle insanlara ulaşamıyordum ve bu gerçekten fena halde canımı sıkıyordu. “Mesleğimi ben seçmedim, ama ne iş yaparsam yapayım karşı durduğum bu sistemin bir parçası olmaya mahkûmum. Aksi halde sistem yaşamama izin vermeyecek.”

Fabrikanın giriş kapısında güvenlik görevlisi bizi durdurdu. Kimlik kontrollü, arama vs. gibi rutin işlemlerin ardından içeriye alındık. Ona polisin, devletin kolluk gücü olduğunu söylediğimde beni anlar gibi olmuştu, ama TSK’ye muazzam bir saygı duyduğu belliydi. İçeri girerken ona arabada, “aslında asker, devletin kolluk güçlerinden bir diğeridir ve asli amacı; devleti yönetimi ve dolayısıyla iktidarı elinde tutan burjuvazinin, yani ezen sınıfın, ezilen sınıfı, yani biz kol veya akıl gücüyle iş yapan ve varlığını yalnızca buna borçlu olan işçi sınıfını baskı altında tutmak için kullandığı araçlardan biridir. Hapishaneler, polis ve ordu aslen bu görevi görür, sistemi ayakta tutmak ve devamlılığını sağlamak için varlar” diyerek acaba çok mu ileri gittim diye düşünüyordum. Kafasındaki Devlet algısının tamamen tersini iddia ediyordum ve benimle “insanlar ezilmesin, kimse sokaklarda yatmak zorunda kalmasın, sağlık ve eğitim elbette ücretsiz olsun” gibi konularda ortaklaşmış olmasına rağmen – ki bu konuda ortaklaşmak kolaydır – iş bu dediklerinin nasıl gerçekleşeceğini konuşmaya ve onun doğru bildiklerini ters yüz etmeye başladığında değişiyordu.

“Bu dediklerin doğru ama ordu bizi koruyor. Terörden koruyor.” Konu birdenbire “terör”e ve dolayısıyla Kürt sorununa kayıveriyordu. İçinden çıkılmaz bir bataklık! Kürt sorunu. Şahsen ben bile hâlâ Kürt sorununun mücadele yöntemiyle ilgili zaman zaman bocalarken ondan “terör”ün normalde ne demek olduğunu anlamasını nasıl beklerdim? Ulusalcılık, milliyetçilik, yurtseverlik gerçekten baş belası ve aşılması çok zor eşiklerdi ve ben insanları ikna edemiyordum. Bir insanı değiştirmeyi ne zamandan beri bu kadar kafama takar olmuştum? Onları kafalarındaki yalan yanlış bilgilerden arındırıp aydınlatmak ne zamandır benim için bu denli önemliydi? Niye insanların fikirlerini bu kadar dert ediyordum? Sanırım bu işi kendime bir misyon olarak belirlemiştim. Sürekli bir “mesaj” iletme kaygısı. Ve çok başarısız oluyordum!

Fabrika bahçesi hiç değilse 4-5 futbol sahası büyüklüğündeydi. Ve girişinde ürettikleri araçlardan birini sergilemiş üzerine “bu fabrikada üretilen ilk araçtır” yazmış ve aracın beyaz renkli kaputunun her bir köşesini aracı üreten işçilere imzalatmışlardı. Çok güzeldi gerçekten. Ona bakarken üreten işçilerin emeğini görebilirdiniz. Başarılı bir PR (halkla ilişkiler) çalışması. İşçilere kuruma karşı bir aidiyet duygusu veriyordu. Ancak içeri girip üst ve orta düzey yöneticilerle bizi neden oraya çağırdıkları hakkında konuşurken gerçekler bir güzel ortalığa dökülüveriyordu: “Efendim maliyetlerimizi azaltmamız lazım”, “şu pazara giriyoruz”, “yeni bir model geliştirdik, testleri bitti. Piyasaya sürdüğümüzde pazarı domine etmeyi bekliyoruz”, “sizi çağırdık çünkü anlık üretim maliyetlerimizi görmek istiyoruz”.

Hepsine ortak olarak şunu söylemek istiyorum: “Peki, neden para kazanmak için üretim yapmak yerine gerçekten insan ihtiyacına yönelik bir şeyler yapmayı düşünmüyorsunuz?” Ne kadar kafa karıştırıcı bir soru değil mi? Öyle bir dünya mı var ki? Neden olmasın? Toplantı bitip de dönüş yoluna geçtiğimizde fabrikadaki proje için ne kadar şansımız olduğunu konuştuk. Gelmiyorlardı. Artık merak etmiyorlar, soru sormuyorlardı. Çevremdeki herkes böyleydi. Hepsi ya burjuva, ya orta sınıf küçük burjuva eğilimli ya da lümpen tiplerdi ve benim dert ettiğim şeyleri dert etmiyorlardı. Hepsi çokbilmişti. Doğru düzgün okumadan, araştırmadan, yaşamadan, daha önce hiç enine boyuna tartışmadan hemen bir teori üreterek yıllarca arkasında durabilirlerdi. “Abi doğru söylüyorsun da, bizim insanımız böyle işte”, “iyi de kaç kişisiniz ki” –bu kesinlikle favorim– “kötülük insanın içinde var”, “insan hep daha fazlasını ister”, “bu iş ancak silahlı mücadeleyle olur, silahlanıp dağa çıkmak lazım”, “o kadar sol örgüt var neden birleşmiyorsunuz”, “ama falanca ülkede refah seviyesi çok yüksek”, “bu sistem böyle, böyle gelmiş böyle de gider”, “birileri sokağa inerse ben de inerim zaten”, “sen de çok çalış, sen de rahat et”, “Devlet o bölgeyi kalkındıracak arkadaş” diye uzayıp giden yüzlerce cümle ve yüzlerce içi boş argüman.

Şimdi ben de “sanırım sorun bende değil, benim çevremde” diyerek kendimi sıyırabilirim, ama öyle olmadığını biliyorum. Bazı yönlerden şanssız olduğum su götürmez bir gerçek, ama görece tuzu kuru çevremi bir avantaja çevirebileceğimi düşünüyorum. Bugün öğle yemeğinde başka iki iş arkadaşımla konuşurken konu her zamanki gibi bir şeylerin ters gittiğinden açıldı. Birinin babası girişimci, yani patron. Onlara şu soruyu sordum: “Gerçekte ne iş yapmak isterdiniz?” Biri “müzikle ilgilenmek isterdim” dedi, diğeri –patron kızı olan– Yeditepe Üniversitesi’nde inovatif otomasyon projeleri yapan bir ekibin üyesi olduğunu ve Avrupa Birliği destekli, insan sağlığına zararı olmayan enerji üretimiyle ilgilendiğini söyledi. Yalnız küçük bir sıkıntısı varmış; “düşüncelerimi ticari olarak değerlendiremiyorum ve yeterince kâr elde edebileceğimiz projeler üretemiyorum. Zaten çok vaktim de olmuyor bu iş için.”  

İşte fabrikadaki sorunun aynısı. Fabrikada söyleyemediğimi o yemekte söyledim. Ağzımdaki baklayı çıkardım. Ona zaten baştan yanlış bir “sorunla” işe koyulduğunu anlatmaya çalıştım. İnsanlık için yaptığını düşündüğün bir şeyi yaparken neden ticari bir kaygı duymak zorundayız? Dünyadaki üretim ilişkisi neden bu çirkin denklem üzerinde ilerliyor? Ve dahası bilim, sanat, politika gibi hepimizin ilgi duyduğu şeylerin neden bir parçası olamıyoruz? İnovatif ürünler geliştirmek için bir beyin takımında olmanın bedeli her ne kadar iyi bir ücretle çalışıyor olsan da neden günde 9 saat bu işi yapmak? Çocuklarınla ilgilenmek, ev işleriyle uğraşmak ve eğer –şayet– vakit kalırsa hayallerini gerçekleştirmek? Hiç komünizm kelimesini kullanmadan komünizmi anlatmak ve gözlerindeki ışığı görmek. Aslında özünde herkes bunu istiyordu. Ama neden kelimeler onlara bu kadar ağır geliyordu?

İnsanlara “işsizliği önleyelim. İstihdamı artıralım. Çalışma saatlerini düşürebilirsek işsizliği önleyebiliriz” dediğinde önce kafa sallarlar sonra itiraz ederler. “İyi de eğer ben günde 4 saat çalışırsam aldığım ücret de düşmez mi?” “İyi de ya ücret almana gerek olmadığı bir dünya yaratırsak? Çünkü işsizliği mevcut sistemde önleyemeyiz. Tam da senin dediğin sebepten mümkün değildir bu. Bir kere daha az ücret almamak için bunu sen istemezsin. İkincisi patronlar sen çalışırken ardında senin işini senin aldığın ücretten daha düşüğüne yapmaya can atan insanlar bırakmayı severler. İtiraf ediyorum; bu sistemde işsizliği önlemen olanaksızdır. Çözüm; komünizm.” Bingo! Yasak kelimeyi kullandınız ve artık çözümünüzün bir çöp kutusu kadar değeri kalmadı! Artık hayatınıza ortamın hayalperest deli oğlanı olarak devam edebilirsiniz. Ama tabii ki küçük burjuva orta sınıf grubumla konuşurken bu kelimeyi hiç kullanmadım. Çaylar içildi, araya bir iki hatalı örnek sıkıştırıldı. (Bkz. “ama falanca ülkede işsizlik sigortası var.”)

Hesap ödendi ve artık onların kafasında küçücük bir soru işareti oluştu. Ne yazık ki insanları bu fikirlerle tanıştırmak deli işi. Biliyorum. Bazen isyan ediyorum. Düşüyorum. Hatalar yapıyor yanlış yerde yanlış şeyler söylüyorum. Ama işimi seviyorum. Gerçek işimi, yani devrimciliği. İnsanları değiştirmeye, dönüştürmeye, bir kişiden başlayıp bütün  bir dünyayı değiştirmeye çabalamayı seviyorum. İşte sevgili dostum , “Tüm bu bilgiye sahip olduğun halde bu mesleği seçmiş olman senin için çok zor olmalı” sorusuna vereceğim cevap buydu!

İMD’li Bir Plaza Çalışanı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder