Direksiyonu sağa
çevirdim ve araç geniş bir açıyla fabrikanın kapısına doğru yöneldi. “Tüm bu
bilgiye sahip olduğun halde bu mesleği seçmiş olman senin için çok zor olmalı”
dedi. “Mesleği seçmiş olmak!” Yol boyunca uzun uzun konuşmamıza rağmen finalde
kurduğu cümle beni hayal kırıklığına uğratmıştı. En azından meslek seçebilmenin
ne denli imkânsız olduğunu anlamış olmasını beklerdim. Hayat, özgürlük, toprak,
emek, üretim, din, yurt, millet, demokrasi, terörizm, tarih ve daha birçok
konuda onlara göre radikal fikirlerim vardı. Hepsinin doğruluğundan emin olmak
için uzunca bir süre sorgulamış ve ikna olmuştum. Aslında hâlâ sorguluyordum.
Yeni şeyler öğrenmek, bilgilerimi pekiştirmek, derinleştirmek için büyük bir
iştahım vardı. Ancak bu radikal fikirlerle insanlara ulaşamıyordum ve bu
gerçekten fena halde canımı sıkıyordu. “Mesleğimi ben seçmedim, ama ne iş
yaparsam yapayım karşı durduğum bu sistemin bir parçası olmaya mahkûmum. Aksi
halde sistem yaşamama izin vermeyecek.”
Fabrikanın giriş
kapısında güvenlik görevlisi bizi durdurdu. Kimlik kontrollü, arama vs. gibi
rutin işlemlerin ardından içeriye alındık. Ona polisin, devletin kolluk gücü
olduğunu söylediğimde beni anlar gibi olmuştu, ama TSK’ye muazzam bir saygı
duyduğu belliydi. İçeri girerken ona arabada, “aslında asker, devletin kolluk
güçlerinden bir diğeridir ve asli amacı; devleti yönetimi ve dolayısıyla
iktidarı elinde tutan burjuvazinin, yani ezen sınıfın, ezilen sınıfı, yani biz
kol veya akıl gücüyle iş yapan ve varlığını yalnızca buna borçlu olan işçi
sınıfını baskı altında tutmak için kullandığı araçlardan biridir. Hapishaneler,
polis ve ordu aslen bu görevi görür, sistemi ayakta tutmak ve devamlılığını
sağlamak için varlar” diyerek acaba çok mu ileri gittim diye düşünüyordum.
Kafasındaki Devlet algısının tamamen tersini iddia ediyordum ve benimle
“insanlar ezilmesin, kimse sokaklarda yatmak zorunda kalmasın, sağlık ve eğitim
elbette ücretsiz olsun” gibi konularda ortaklaşmış olmasına rağmen – ki bu
konuda ortaklaşmak kolaydır – iş bu dediklerinin nasıl gerçekleşeceğini
konuşmaya ve onun doğru bildiklerini ters yüz etmeye başladığında değişiyordu.
“Bu dediklerin
doğru ama ordu bizi koruyor. Terörden koruyor.” Konu birdenbire “terör”e ve
dolayısıyla Kürt sorununa kayıveriyordu. İçinden çıkılmaz bir bataklık! Kürt
sorunu. Şahsen ben bile hâlâ Kürt sorununun mücadele yöntemiyle ilgili zaman
zaman bocalarken ondan “terör”ün normalde ne demek olduğunu anlamasını nasıl
beklerdim? Ulusalcılık, milliyetçilik, yurtseverlik gerçekten baş belası ve
aşılması çok zor eşiklerdi ve ben insanları ikna edemiyordum. Bir insanı
değiştirmeyi ne zamandan beri bu kadar kafama takar olmuştum? Onları
kafalarındaki yalan yanlış bilgilerden arındırıp aydınlatmak ne zamandır benim
için bu denli önemliydi? Niye insanların fikirlerini bu kadar dert ediyordum?
Sanırım bu işi kendime bir misyon olarak belirlemiştim. Sürekli bir “mesaj”
iletme kaygısı. Ve çok başarısız oluyordum!
Fabrika bahçesi
hiç değilse 4-5 futbol sahası büyüklüğündeydi. Ve girişinde ürettikleri
araçlardan birini sergilemiş üzerine “bu fabrikada üretilen ilk araçtır” yazmış
ve aracın beyaz renkli kaputunun her bir köşesini aracı üreten işçilere
imzalatmışlardı. Çok güzeldi gerçekten. Ona bakarken üreten işçilerin emeğini
görebilirdiniz. Başarılı bir PR (halkla ilişkiler) çalışması. İşçilere kuruma
karşı bir aidiyet duygusu veriyordu. Ancak içeri girip üst ve orta düzey
yöneticilerle bizi neden oraya çağırdıkları hakkında konuşurken gerçekler bir
güzel ortalığa dökülüveriyordu: “Efendim maliyetlerimizi azaltmamız lazım”, “şu
pazara giriyoruz”, “yeni bir model geliştirdik, testleri bitti. Piyasaya
sürdüğümüzde pazarı domine etmeyi bekliyoruz”, “sizi çağırdık çünkü anlık
üretim maliyetlerimizi görmek istiyoruz”.
Hepsine ortak
olarak şunu söylemek istiyorum: “Peki, neden para kazanmak için üretim yapmak
yerine gerçekten insan ihtiyacına yönelik bir şeyler yapmayı düşünmüyorsunuz?”
Ne kadar kafa karıştırıcı bir soru değil mi? Öyle bir dünya mı var ki? Neden
olmasın? Toplantı bitip de dönüş yoluna geçtiğimizde fabrikadaki proje için ne
kadar şansımız olduğunu konuştuk. Gelmiyorlardı. Artık merak etmiyorlar, soru
sormuyorlardı. Çevremdeki herkes böyleydi. Hepsi ya burjuva, ya orta sınıf
küçük burjuva eğilimli ya da lümpen tiplerdi ve benim dert ettiğim şeyleri dert
etmiyorlardı. Hepsi çokbilmişti. Doğru düzgün okumadan, araştırmadan,
yaşamadan, daha önce hiç enine boyuna tartışmadan hemen bir teori üreterek
yıllarca arkasında durabilirlerdi. “Abi doğru söylüyorsun da, bizim insanımız
böyle işte”, “iyi de kaç kişisiniz ki” –bu kesinlikle favorim– “kötülük insanın
içinde var”, “insan hep daha fazlasını ister”, “bu iş ancak silahlı mücadeleyle
olur, silahlanıp dağa çıkmak lazım”, “o kadar sol örgüt var neden
birleşmiyorsunuz”, “ama falanca ülkede refah seviyesi çok yüksek”, “bu sistem
böyle, böyle gelmiş böyle de gider”, “birileri sokağa inerse ben de inerim
zaten”, “sen de çok çalış, sen de rahat et”, “Devlet o bölgeyi kalkındıracak
arkadaş” diye uzayıp giden yüzlerce cümle ve yüzlerce içi boş argüman.
Şimdi ben de
“sanırım sorun bende değil, benim çevremde” diyerek kendimi sıyırabilirim, ama
öyle olmadığını biliyorum. Bazı yönlerden şanssız olduğum su götürmez bir
gerçek, ama görece tuzu kuru çevremi bir avantaja çevirebileceğimi düşünüyorum.
Bugün öğle yemeğinde başka iki iş arkadaşımla konuşurken konu her zamanki gibi
bir şeylerin ters gittiğinden açıldı. Birinin babası girişimci, yani patron.
Onlara şu soruyu sordum: “Gerçekte ne iş yapmak isterdiniz?” Biri “müzikle
ilgilenmek isterdim” dedi, diğeri –patron kızı olan– Yeditepe Üniversitesi’nde
inovatif otomasyon projeleri yapan bir ekibin üyesi olduğunu ve Avrupa Birliği
destekli, insan sağlığına zararı olmayan enerji üretimiyle ilgilendiğini
söyledi. Yalnız küçük bir sıkıntısı varmış; “düşüncelerimi ticari olarak
değerlendiremiyorum ve yeterince kâr elde edebileceğimiz projeler üretemiyorum.
Zaten çok vaktim de olmuyor bu iş için.”
İşte fabrikadaki
sorunun aynısı. Fabrikada söyleyemediğimi o yemekte söyledim. Ağzımdaki baklayı
çıkardım. Ona zaten baştan yanlış bir “sorunla” işe koyulduğunu anlatmaya
çalıştım. İnsanlık için yaptığını düşündüğün bir şeyi yaparken neden ticari bir
kaygı duymak zorundayız? Dünyadaki üretim ilişkisi neden bu çirkin denklem
üzerinde ilerliyor? Ve dahası bilim, sanat, politika gibi hepimizin ilgi duyduğu
şeylerin neden bir parçası olamıyoruz? İnovatif ürünler geliştirmek için bir
beyin takımında olmanın bedeli her ne kadar iyi bir ücretle çalışıyor olsan da
neden günde 9 saat bu işi yapmak? Çocuklarınla ilgilenmek, ev işleriyle
uğraşmak ve eğer –şayet– vakit kalırsa hayallerini gerçekleştirmek? Hiç
komünizm kelimesini kullanmadan komünizmi anlatmak ve gözlerindeki ışığı
görmek. Aslında özünde herkes bunu istiyordu. Ama neden kelimeler onlara bu
kadar ağır geliyordu?
İnsanlara
“işsizliği önleyelim. İstihdamı artıralım. Çalışma saatlerini düşürebilirsek
işsizliği önleyebiliriz” dediğinde önce kafa sallarlar sonra itiraz ederler.
“İyi de eğer ben günde 4 saat çalışırsam aldığım ücret de düşmez mi?” “İyi de
ya ücret almana gerek olmadığı bir dünya yaratırsak? Çünkü işsizliği mevcut
sistemde önleyemeyiz. Tam da senin dediğin sebepten mümkün değildir bu. Bir
kere daha az ücret almamak için bunu sen istemezsin. İkincisi patronlar sen
çalışırken ardında senin işini senin aldığın ücretten daha düşüğüne yapmaya can
atan insanlar bırakmayı severler. İtiraf ediyorum; bu sistemde işsizliği
önlemen olanaksızdır. Çözüm; komünizm.” Bingo! Yasak kelimeyi kullandınız ve
artık çözümünüzün bir çöp kutusu kadar değeri kalmadı! Artık hayatınıza ortamın
hayalperest deli oğlanı olarak devam edebilirsiniz. Ama tabii ki küçük burjuva
orta sınıf grubumla konuşurken bu kelimeyi hiç kullanmadım. Çaylar içildi,
araya bir iki hatalı örnek sıkıştırıldı. (Bkz. “ama falanca ülkede işsizlik
sigortası var.”)
Hesap ödendi ve
artık onların kafasında küçücük bir soru işareti oluştu. Ne yazık ki insanları
bu fikirlerle tanıştırmak deli işi. Biliyorum. Bazen isyan ediyorum. Düşüyorum.
Hatalar yapıyor yanlış yerde yanlış şeyler söylüyorum. Ama işimi seviyorum.
Gerçek işimi, yani devrimciliği. İnsanları değiştirmeye, dönüştürmeye, bir
kişiden başlayıp bütün bir dünyayı değiştirmeye çabalamayı seviyorum.
İşte sevgili dostum , “Tüm bu bilgiye sahip olduğun halde bu mesleği seçmiş
olman senin için çok zor olmalı” sorusuna vereceğim cevap buydu!
İMD’li Bir Plaza Çalışanı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder