Merhaba
yoldaşlar,
Ben
30 yaşında meslek lisesi mezunu ve evli bir işçiyim. Son iki yıldır bir
fabrikada çalışmaktayım. Asgari ücretin biraz üstünde bir maaşla geçinmeye
çalışıyorum.
Çalıştığım
şirket alanında köklü sayılabilecek, 150-160 civarında işçi çalıştıran ve
sürekli büyüyen bir şirket. Çalışanlarının % 70’ini kadın işçiler oluşturuyor.
Çalışanların dörtte üçü asgari ücretle çalışıyor. Sendikamız, prim sistemimiz
ve hiçbir sosyal hakkımız olmadan çalıştırılıyoruz. Mesailerimizse % 50 oranla
tek yan gelirimiz sayılır.
Her
şirkette olduğu gibi bizim şirketimizde de hep şirket kuralları, şirketin
işinin görülmesi odaklı çalışıyor. Hastalanmak, hasta yakının olması ve avans
istemek şirketçe hoş görülmüyor. Mesaiye katılmamak için bin dereden su
getirmek zorundayız. Yapılan işle ilgili bir hatada en ağır fırçaları ensemizde
hissediyoruz. İş bitmeden kesinlikle iş yerinden çıkarılmıyoruz. Gerekirse
servisi bekletiyorlar, ama bizi yine de çıkarmıyorlar.
İşe
girmemin üzerinden 2 yıl geçti ve ben 4 zam dönemi gördüm. Anladım ki hükümet
ne kadar zam lütfettiyse o kadarıyla çalıştırılacağım ömür boyu. Benden daha
eski işçi arkadaşlara sorunca da anladım ki bu devran böyle gelmiş. Daha önce
iyileştirme zammı istenecek olmuş, ama onlara kapı önü gösterilmiş.
Çalışma
şartları, ücret düşüklüğü ve şirket kuralları bizi artık sendika fikrine itmeye
başlamıştı. Önce sağda solda dedikodusu yayıldı, aramızda yarı şaka yarı ciddi lafı
edildi. Aldığımız ilk tepkiler olumsuz ve sinir bozucuydu. Çoğu arkadaşımız
diğer arkadaşlara diğer çalışılan bölümlere güvenmiyordu. Bu süre zarfı
içerisinde öğrendim ki, 10 yıl önce bir sendikalaşma deneyimi yaşanmış ancak
başarısız olunmuş.
Biz
içeride bunları konuşurken şirket başka bir şirketten aldığı bant sistemiyle
üretimini iki katına çıkarmaya başlamıştı.
Bu
büyümeye verilen sözlerin tutulmayışı, zam verilmeyişi gibi etkenler eşlik
edince tepkiler billurlaşmaya başladı.
Bu
tepkileri dernekten yoldaşlarımla iyice tahlil ettikten sonra bu konuşmaların
gereksiz insanların kulağına gidebileceği şüphesiyle, fabrika içindeki
konuşmalarımızı iyice kısıp, işçi arkadaşlarımla dışarıda buluşmaya başladık.
Bir
arkadaşla bir kafede, biriyle yolda, başka biriyle işyerinin tenha yerlerinde
konuşmalarımızı sıklaştırdık. Artık sendika fikri bir gerçeklik ve bir ihtiyaç
haline gelmişti. Yeni ve eski işçi arkadaşlardan çoğu, ilerici fikirleri olan
arkadaşların çoğu bu taşın altına ellerini koymak istediler. Ancak patrona
yakın olup kaybedecek çok şeyi olduğunu düşünenler ise geri durdular.
Dışarıda
yaptığımı ilk toplantıya sadece 5 kişi katılmıştı. İkinci toplantımıza ise 15
kişi geldi. Artık işyerinin dışında iki basamaklı sayılarla toplantı yapar bir
duruma geldik.
Bu
toplantılarda öne çıkan soruların kaynağı hep güvensizlik idi. Konuşulanlar
patron temsilcilerin kulağına gider diye çoğu arkadaşımız diken üstünde
oturuyordu neredeyse. Eşlerinden ve çocuklarından bile daha çok gördükleri
mesai arkadaşlarına güvenmiyorlardı.
İkinci
yaptığımız toplantıya İMD’den sendikalaşma konusunda deneyimli bir yoldaşımızı
çağırdık. Sendikalaşma çalışmasının hukuki ve pratik meselelerini o bize çok
açık bir şekilde anlattı. Sorulan sorulara doyurucu cevaplar verildi.
Bu
toplantılar sonunda işyerinin yarısından çoğu bu meseleden en azından haberdar
bir haldeydi. Buna rağmen durumun patronların kulağına herhangi bir şekilde
taşınmaması çok sevindiriciydi. Buradan
şu sonuç çıkıyor ki, biz işçiler olarak birbirimize güvensizliğimizi hep
abartarak anlatmayı severiz. Bunun sonucunda o abartıp söylediğimiz
güvensizliğimiz dönüp bizi vuruyor çoğu zaman. Bu örnekte neyse ki bu böyle
olmadı ve anlaşıldı ki biz, aynı
çıkarlara sahip bir çoğunluğuz ve birbirimizden başka güvenebileceğimiz kimse
bulamayız.
Sendika
konusunun yaygın bir şekilde konuşulması, sendika fikrinin olumlu karşılandığı
anlamına gelmiyor. Bizim konuştuğunu bildiğimiz 70-80 kişi arasından “kesin
varım!” diyen 20-25 kişi vardı. Birçok işçi arkadaş beni %50+1 olarak yaz
diyordu. Üçüncü kalabalık toplantımızı 25’i aşkın işçi arkadaşımız geldi. Artık
bir yere sığamaz olmuştuk. Bu durum işyerinde sıkıntı yaratmaya başladı ve
deşifre olmaya başladık.
Kadın
işçiler eve gidip durumu eşlerine açınca olumsuz tepkiler alıyorlardı. Bir de
bu tür tepkiler artınca iş iyice içinden çıkılamaz hale gelmeden bir
değerlendirme yapmamız gerekti. Kişi listelerimizi gözden geçirdik (ben ve
birkaç arkadaş düzenli liste tutuyorduk). Daha fazla deşifre olmayı engellemek
için etrafa bu işten vazgeçildiği söylentisini yaydık. Kontrollü bir şekilde
geri çekilmiş olduk belki, ama bu deneyim hâlâ bizim yanı başımızda bizimle
beraber yürüyor.
Bu
olaya iki açıdan bakmak istiyorum
1-
Sınıf bilinci olmayan işçi arkadaşlarımız;
2-
Sınıf bilinci taşıyan örgütlü işçiler.
Birinci
bakış açısıyla bakan arkadaşlar süreç sonunda kendilerinin ne kadar haklı
olduğunu anlatmaya giriştiler. Bunu zaten bekliyorduk, çünkü işçilerin büyük
bir kesiminde hak aramak korkulacak bir durum haline gelmiş durumda.
Yaşadığımız
sistem bu bakış açısını hem üretiyor hem de bizlerin bu bakış açısını yenmesi
gerektiğini tüm saldırılarıyla hissettiriyor. Çocuk okutamaz, eve ekmek
götüremez oluyoruz. Bekar olanlarımız evlenmeyi başka baharlara ertelemek
zorunda kalıyor. İşte bu durum bizim hak aramamız gerektiğini sürekli bize
hatırlatıyor.
İkinci
bakış açısına sahip olanlar olarak sayımız istediğimizin çok altında olabilir.
Ama tarih bizim haklı olduğumuzu birçok kereler teslim etti, bundan sonra da
böyle olacak. Bizler işten atılmayı, dayak yemeyi, küfür yemeyi göze alanlar
olarak geleceğimizi kendi ellerimizde tutuyoruz ve bundan gurur duyuyoruz.
Birleşmek ve birleştirmek için vargücümüzle sonuna kadar İMD saflarında
savaşacağız. Öğretmenimiz Marx’a cevabımızdır: Bütün ülkelerin işçileri,
birleşeceğiz!
Kartal’dan İMD’li
Bir Metal İşçisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder