14 Aralık 2012 Cuma

Sendikalaşamamak



Merhaba yoldaşlar,
Ben 30 yaşında meslek lisesi mezunu ve evli bir işçiyim. Son iki yıldır bir fabrikada çalışmaktayım. Asgari ücretin biraz üstünde bir maaşla geçinmeye çalışıyorum.
Çalıştığım şirket alanında köklü sayılabilecek, 150-160 civarında işçi çalıştıran ve sürekli büyüyen bir şirket. Çalışanlarının % 70’ini kadın işçiler oluşturuyor. Çalışanların dörtte üçü asgari ücretle çalışıyor. Sendikamız, prim sistemimiz ve hiçbir sosyal hakkımız olmadan çalıştırılıyoruz. Mesailerimizse % 50 oranla tek yan gelirimiz sayılır.
Her şirkette olduğu gibi bizim şirketimizde de hep şirket kuralları, şirketin işinin görülmesi odaklı çalışıyor. Hastalanmak, hasta yakının olması ve avans istemek şirketçe hoş görülmüyor. Mesaiye katılmamak için bin dereden su getirmek zorundayız. Yapılan işle ilgili bir hatada en ağır fırçaları ensemizde hissediyoruz. İş bitmeden kesinlikle iş yerinden çıkarılmıyoruz. Gerekirse servisi bekletiyorlar, ama bizi yine de çıkarmıyorlar.
İşe girmemin üzerinden 2 yıl geçti ve ben 4 zam dönemi gördüm. Anladım ki hükümet ne kadar zam lütfettiyse o kadarıyla çalıştırılacağım ömür boyu. Benden daha eski işçi arkadaşlara sorunca da anladım ki bu devran böyle gelmiş. Daha önce iyileştirme zammı istenecek olmuş, ama onlara kapı önü gösterilmiş.
Çalışma şartları, ücret düşüklüğü ve şirket kuralları bizi artık sendika fikrine itmeye başlamıştı. Önce sağda solda dedikodusu yayıldı, aramızda yarı şaka yarı ciddi lafı edildi. Aldığımız ilk tepkiler olumsuz ve sinir bozucuydu. Çoğu arkadaşımız diğer arkadaşlara diğer çalışılan bölümlere güvenmiyordu. Bu süre zarfı içerisinde öğrendim ki, 10 yıl önce bir sendikalaşma deneyimi yaşanmış ancak başarısız olunmuş.
Biz içeride bunları konuşurken şirket başka bir şirketten aldığı bant sistemiyle üretimini iki katına çıkarmaya başlamıştı.
Bu büyümeye verilen sözlerin tutulmayışı, zam verilmeyişi gibi etkenler eşlik edince tepkiler billurlaşmaya başladı.
Bu tepkileri dernekten yoldaşlarımla iyice tahlil ettikten sonra bu konuşmaların gereksiz insanların kulağına gidebileceği şüphesiyle, fabrika içindeki konuşmalarımızı iyice kısıp, işçi arkadaşlarımla dışarıda buluşmaya başladık.
Bir arkadaşla bir kafede, biriyle yolda, başka biriyle işyerinin tenha yerlerinde konuşmalarımızı sıklaştırdık. Artık sendika fikri bir gerçeklik ve bir ihtiyaç haline gelmişti. Yeni ve eski işçi arkadaşlardan çoğu, ilerici fikirleri olan arkadaşların çoğu bu taşın altına ellerini koymak istediler. Ancak patrona yakın olup kaybedecek çok şeyi olduğunu düşünenler ise geri durdular.
Dışarıda yaptığımı ilk toplantıya sadece 5 kişi katılmıştı. İkinci toplantımıza ise 15 kişi geldi. Artık işyerinin dışında iki basamaklı sayılarla toplantı yapar bir duruma geldik.
Bu toplantılarda öne çıkan soruların kaynağı hep güvensizlik idi. Konuşulanlar patron temsilcilerin kulağına gider diye çoğu arkadaşımız diken üstünde oturuyordu neredeyse. Eşlerinden ve çocuklarından bile daha çok gördükleri mesai arkadaşlarına güvenmiyorlardı.
İkinci yaptığımız toplantıya İMD’den sendikalaşma konusunda deneyimli bir yoldaşımızı çağırdık. Sendikalaşma çalışmasının hukuki ve pratik meselelerini o bize çok açık bir şekilde anlattı. Sorulan sorulara doyurucu cevaplar verildi.
Bu toplantılar sonunda işyerinin yarısından çoğu bu meseleden en azından haberdar bir haldeydi. Buna rağmen durumun patronların kulağına herhangi bir şekilde taşınmaması çok sevindiriciydi. Buradan şu sonuç çıkıyor ki, biz işçiler olarak birbirimize güvensizliğimizi hep abartarak anlatmayı severiz. Bunun sonucunda o abartıp söylediğimiz güvensizliğimiz dönüp bizi vuruyor çoğu zaman. Bu örnekte neyse ki bu böyle olmadı ve anlaşıldı ki biz, aynı çıkarlara sahip bir çoğunluğuz ve birbirimizden başka güvenebileceğimiz kimse bulamayız.
Sendika konusunun yaygın bir şekilde konuşulması, sendika fikrinin olumlu karşılandığı anlamına gelmiyor. Bizim konuştuğunu bildiğimiz 70-80 kişi arasından “kesin varım!” diyen 20-25 kişi vardı. Birçok işçi arkadaş beni %50+1 olarak yaz diyordu. Üçüncü kalabalık toplantımızı 25’i aşkın işçi arkadaşımız geldi. Artık bir yere sığamaz olmuştuk. Bu durum işyerinde sıkıntı yaratmaya başladı ve deşifre olmaya başladık.
Kadın işçiler eve gidip durumu eşlerine açınca olumsuz tepkiler alıyorlardı. Bir de bu tür tepkiler artınca iş iyice içinden çıkılamaz hale gelmeden bir değerlendirme yapmamız gerekti. Kişi listelerimizi gözden geçirdik (ben ve birkaç arkadaş düzenli liste tutuyorduk). Daha fazla deşifre olmayı engellemek için etrafa bu işten vazgeçildiği söylentisini yaydık. Kontrollü bir şekilde geri çekilmiş olduk belki, ama bu deneyim hâlâ bizim yanı başımızda bizimle beraber yürüyor.
Bu olaya iki açıdan bakmak istiyorum
1- Sınıf bilinci olmayan işçi arkadaşlarımız;
2- Sınıf bilinci taşıyan örgütlü işçiler.
Birinci bakış açısıyla bakan arkadaşlar süreç sonunda kendilerinin ne kadar haklı olduğunu anlatmaya giriştiler. Bunu zaten bekliyorduk, çünkü işçilerin büyük bir kesiminde hak aramak korkulacak bir durum haline gelmiş durumda.
Yaşadığımız sistem bu bakış açısını hem üretiyor hem de bizlerin bu bakış açısını yenmesi gerektiğini tüm saldırılarıyla hissettiriyor. Çocuk okutamaz, eve ekmek götüremez oluyoruz. Bekar olanlarımız evlenmeyi başka baharlara ertelemek zorunda kalıyor. İşte bu durum bizim hak aramamız gerektiğini sürekli bize hatırlatıyor.
İkinci bakış açısına sahip olanlar olarak sayımız istediğimizin çok altında olabilir. Ama tarih bizim haklı olduğumuzu birçok kereler teslim etti, bundan sonra da böyle olacak. Bizler işten atılmayı, dayak yemeyi, küfür yemeyi göze alanlar olarak geleceğimizi kendi ellerimizde tutuyoruz ve bundan gurur duyuyoruz. Birleşmek ve birleştirmek için vargücümüzle sonuna kadar İMD saflarında savaşacağız. Öğretmenimiz Marx’a cevabımızdır: Bütün ülkelerin işçileri, birleşeceğiz!
Kartal’dan İMD’li Bir Metal İşçisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder